Hayatta sahip olduklarımız kadar, kaybettiklerimiz de olmuştur. Edindiğimiz onca kitap içinde, okurken heyecanlandığımız, şaşırdığımız, beğendiğimiz ve “güzel” olarak tabir ettiğimiz kitapları sevdiklerimize, eşimize, arkadaşlarımıza, dostlarımıza önermiş, ödünç vermiş ya da hediye etmişizdir.
Kimi kitaplar, kimi arkadaşlıklar gibi iz bırakmadan hayatımızdan çıkabilir. Kimi kitaplarsa tekrar tekrar, döne döne okunurken eskir, sağına soluna, altına üstüne notlar alınır; böylesi kitaplar genellikle eskidikçe kıymetlenir; fakat kimi kitapların yeni baskıları olmadığı, kimi zaman da hatırası olduğu için onları ödünç versek bile, aklımızda bir yerlerde kitabı geri almamız gerektiği yer eder.
Aklımızda, kalbimizde yer eden kitapların boşluğu, yokluğu bizi arada sırada dürtmekle kalmaz; zaman zaman o kitaptan bir paragraf okumak ya da eşe dosta okumak için elimiz rafa gider. Genelde böyle anlarda kitabı ödünç verdiğimizi hatırlar, kitabın “değerli kitabım” olduğunu hatırlayıp, onu elimize almayı, ondan bir şeyler okumayı özleriz. Çünkü ordaki cümleler, saptamalar, kavramlar, kitabın bize yaşattıkları ve orada başlayıp içimizde büyüyerek süren “yaratı”, içimizde bir yerlere dokunmuş, hatta iz bırakmıştır.
Kimi zaman verdiğiniz kitabın geri geleceğini düşünürken, araya küslükler, taşınmalar, şehir ve iş değiştirmeler girer; derken hem verdiğimiz kitaplar, hem de o kitapla ilgili anılarımız bambaşka bir yolculuğa çıkar.
Nasıl tasarlanıp, kurgulanıp, başka kitaplarda, söyleşilerde yazarınca anlatılan, tarif edilen ama hiç yazılmamış olan kitaplar varsa… bazen de geri verdiğimizi sandığımız fakat kütüphanemizin bir yerinde duran, söz konusu kitabı hangi zaman, hangi kitabevinden ya da kimden hediye, kimden ödünç aldığımızı hatırlayamadığımız kitaplar da vardır. Bazen bu kitapları yıllar önce okuduğumuz ve bizde bir iz bırakmadıkları için hatırlayamazken; bazen de okunmayı bekleyen kitaplardan biri olduğunu unuttuğumuz için hatırlayamayız. Bazen de bu bize ödünç verilen, hediye edilen bir kitap olduğu ve araya süre girdiği için…
Her hâlükârda ömür denen bu yolculuk boyunca sahip olduklarımız kadar, kaybettiğimiz, yitirdiğimiz kitaplardan da bir kütüphane pekâlâ kurulabilir.
Kimi zaman da haberlerde izler, gazetelerde okuruz: “Ünlü yazarın kitabından eksik sayfalar bulundu…”, “Ünlü yazarın yarım kalan romanı okuyucuyla buluşuyor…” Hatta bu haberlerden en sonuncusu ve en ilginçlerinden birinin, “Küçük Prens’e ait yayınlanmamış sayfalar” olduğunu da söylesek, şaşırır mıydınız? Gerçekten de büyük-küçük, yeryüzünde kitabı farklı çevirmenlerce hemen her dile çevrilen; defalarca okunup üst üste baskılar yapan; maketleri, oyuncakları, figürleri derken bugünlerde animasyonu da gösterimde olan Küçük Prens gibi bir başyapıtın, yazarı Antoine de Saint-Exupéry tarafından daha önce yazılıp hiç basılmamış iki sayfasının olduğunu keşfetmek, kitabın hayranları için başlı başına bir sevinçtir.
Örnekte olduğu gibi kimi zaman kitaptan bir bölüm, kimi zamansa bir kitabın kendisi keşfedildiğinde de, söz konusu kitap “Kayıp Kitaplar Kütüphanesi”nin rafları arasındaki yerini alır.
“Kayıp Kitaplar Kütüphanesi” üstünde bunca durmuşken… Alexandar Pechmann’in Can Yayınları arasında çıkan kitabını da unutmamak gerekir. Yazar, okurunu mizah yüklü anlatımı rehberliğinde Kayıp Kitaplar Kütüphanesi’nin raflarında gezdirirken “silik bir hayal, bir anı, bir olasılık ya da ağır ağır solup giden bir düş gibi” varlıklarını sürdüren yapıtları görünür kılar… Pechmann, adeta edebiyat dedektifliğine soyunarak inşa ettiği bu kütüphanede edebiyat evrenini kalıcı izleriyle şekillendirmiş başyapıtların yanısıra; Kafka, Joyce, Byron, Shelley, Mérimée, Puşkin, E. Howard ve daha nice dev yazarın kayıplara karışan elyazmalarının da izini sürer.
İster yazılıp bir köşede unutulmuş, kaybolmuş olsun, isterse yazarının hayal gücünde tasarlanıp defterlere, kağıtlara dökülmüş olsun, her kitap bir gün başka ellere, başka yüreklere, başka zihinlere yolculuk etmek için vardır.
Asıl yolculuğunu tamamlayana dek de hiçbir kitap aslında “kayıp” olmamıştır…