Taraf.089.Kenan’ın fazilet ve insaniyetten kopuşu

yazılış : 14 Eylül 2008
yayınlanış : Perşembe, 18 Eylül 2008 (89)
                                                                                                              592 kelime
                                                                                                              4000 karakter (boşluksuz)
 

——————
Okuma notları
——————

Kenan’ın fazilet
ve insaniyetten kopuşu

Halil Berktay

     (Not 1 : İnsan Irkının Kısa Tarihi‘nden daha önce de söz etmiş olmalıyım [A Brief History of the Human Race, Granta 2003]. John Arnold “21. yüzyılın ilk gerçekten önemli kitabı” sayıyor. Haksız da değil. Michael Cook aslen İslâm ve Osmanlı tarihçisi. Ama Princeton’daki dünya tarihi derslerinden hareketle yazdığı bu eser, olağanüstü yoğun. Sonlara doğru Cook, modernitenin Batı Avrupa’dan yeryüzüne yayılmasının doğurduğu reaksiyonlara da değiniyor. Bu bağlamda, milliyetçiliğin modernite ile bir uzlaşmayı ifade ettiğini vurguluyor.)

     Kemalizmde milliyetçiliği modernite ile uzlaştırma çabası çok belirgin. 20. yüzyıl başında bir medeniyetler çoğulluğu fikri henüz yoktu. Medeniyet tekti, “Garp medeniyeti”ydi; “medenî milletler” ise kestirmeden Batı anlamına geliyordu. Osmanlı münevverleri için de böyleydi. Mehmed Âkif’i ve Ömer Seyfettin’iyle 1908-18 kuşağı, “medeniyet”i kâh “kahbe” kâh “tek dişi kalmış canavar” diye nitelemek noktasına varmıştı. Atatürk bunu kısmen değiştirdi. “Muasır medeniyet seviyesi”ne yetişmeyi; yetişmekle de kalmayıp, o camiaya katılmayı hedefledi. Böylece Cumhuriyet, milliyetçilik ve modernizm-Batıcılık olmak üzere iki ayak üzerine oturdu. Deyim yerindeyse, hem Âkif’i ve Ömer Seyfettin’i, hem Tevfik Fikret’i kucaklamaya ve bağdaştırmaya çalıştı. Ne ki, şizoid bir durumdu bu. Zira Cumhuriyetin milliyetçilik ayağı evrenselci ayağını; Ömer Seyfettin’ler Tevfik Fikret’leri basıp kesme çabasından hiç geri durmadı. 21. yüzyıla geldik, kafamız hâlâ karışık. Medeniyet canavar mı, özlenen aidiyetimiz mi ? Bir türlü açıklığa kavuşamadı.

     Primo Ömer Seyfettin’in sanatının doruklarından. Çok işlenmiş, fazlalıkları atılmış; kapsamlı ama sarkmayan, gergin ve gerilimli bir bütünlüğe kavuşturulmuş. Herhalde bunda, aşırı üretim zorlamasının, tefrikalaşmayla gelen savrukluğun henüz başgöstermemiş olmasının da payı var. 1911’de Genç Kalemler‘de tek seferde yayınlandığında, tam başlığı Primo : Türk Çocuğu. Daha sonra Ömer Seyfettin buna, bitirmediği bir devam yazmaya kalkacak; o zaman ilk şeklinin adı Primo : Türk Çocuğu. 1. Nasıl doğdu, ikinci kısmının adı ise Primo : Türk Çocuğu. 2. Nasıl öldü olacak. Nasıl bakarsanız bakın, tematik bakımdan da belki en komple hikâyesi Ömer Seyfettin’in. Neredeyse tek başına bir Türk milliyetçiliği kütüphanesi. İttihatçı yazarının Sosyal Darwinist milliyetçiliği ve buna bağlı olarak, her türlü evrenselci hümanizme beslediği müthiş nefret, en berrak şekliyle Primo‘da ortaya çıkar.

     Kenan Tanzimat’ın getirdiği alla franca eğitim ve yaşam tarzının tipik bir örneği olarak sunulur. Avrupa’da okumuş; Batı medeniyetine hayran olmuş; memleketine dönünce “her Paris’ten gelen gibi o da dolgun bir maaşla İzmir’e gitmiş”; İtalyan patronu Mösyö Vitalis’in kızı Grazia ile evlenmiş; karı koca ilk çocuklarına Primo adını koymuş; ailecek Selanik’e yerleşmişler ve Kenan kentteki mason locasına kaydolup yükselmeye başlamıştır. Berna Moran’ın ünlü yazısının başlığıyla söyleyecek olursak, “alafranga züppeden alafranga haine” geçiş sürecinin bütün basamaklarını birer birer tırmanmaktadır.

     (Not 2 : O dönemdeki lâkabıyla Gâvur İzmir, Türk milliyetçiliğinin nefret ettiği bir komprador şehridir. Tâ, 13-17 Eylül 1922’deki büyük yangınla günahlarından arındırılıncaya; bir zamanların büyük Rum ve Ermeni mahalleleri önce kapkara bir yangın yerine dönüşünceye ve sonra üzerine Fuar-Kültürpark oturtuluncaya kadar. İstenmeyen bir tarihin silinmesinin bundan daha çarpıcı, daha fiziksel bir ifadesi olamaz.)

     Derken İtalya Trablus’a saldırır ve her şey altüst olur. Kenan’ın gözlerindeki perde yırtılır; bir maske iner, emperyalizm gerçek çehresiyle ortaya çıkar. İkinci Enternasyonal teorisyenlerinden Parvus (Alexandre Helphand) İttihatçılara yakındı ve Primo‘dan birkaç ay önce yayın hayatına atılan Türk Yurdu dergisine katkıda bulunacaktı. Primo‘nun özellikle İngiliz ve Fransız sömürge imparatorluklarının teşhirine ayrılmış sayfaları, 20. yüzyıl başlarından itibaren anti-emperyalizmin Marksizm ile milliyetçilik arasında nasıl bir köprü oluşturduğunu kuvvetle yansıtır. Kenan “daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran” İngiliz ve Fransızların Afrika ve Asya’da işlediği cinayetleri düşünerek gaflet uykusundan uyanır. Hikâyenin devamında hayatını ve ideolojisini tamamen değiştirir; Grazia’yı boşayıp memleketine yollar; kendini bundan böyle tamamen Türklük dâvâsına adayacaktır.

     Peki, fazilet ve insaniyet konusunda, nedir Kenan’ın ulaştığı yeni gerçek ? Emperyalizmin ikiyüzlülüğünün teşhiri yoluyla, daha derin ve tutarlı bir insanlık anlayışı mıdır ? Yoksa erdem ve insanlık kavramlarının toptan inkârı mıdır ?