The Elephant Man & Martin Eden

Bir kafede güzel bir kızla oturmuş çay içiyor, onu benimle olan münasebetini derinleştirmesi için ikna etmeye çalışıyordum. Ucuz numaralara başvurduğum yoktu, o anda aklımdan ve gönlümden ne geçiyorsa onu  anlatıyordum sadece. Bu şekilde konuşmaya devam ederken her nasıl olduysa konu benim iyi futbol oynadığıma geldi. Kız birden bire, iltifat olsun diye mi, yoksa öylece aklına geldiği için mi artık her neyse, benim iyi futbolcu olduğumu duyduğunu söyledi. O anda, bu tarz şeylere önem vermediğimi göstermek için konuyu hızlıca geçiştirmeme rağmen, yine de hafiften gururlanmış, içten içe sevinmiştim. Bir süre sonra muhabbetimiz bitti ve aramız düzeltmiş bir şekilde masadan kalkıp dışarı çıkmak üzere hareketlendik. Tam ayrılmamıza yakın, şimdi burada anlatamayacağım bir şekilde, kızın söylediği bir sözden, benim onun arkadaşları arasında revaçta olan biri olduğumu anladım. Bunun üzerine, kızın biraz önce benim futbolculuğumu övdüğünü de hatırlamış ve içime bir sıkıntı düşmüştü. Kızın yanından ayrılınca sıkıntımın sebebini araştırmaya başladım. Kızla herhangi bir sorun yaşamamış, aksine, beklemediğimin de ötesinde iyi bir görüşme geçirmiştim. Kızın hal ve hareketlerinden, söylediği sözlerden benden hoşlandığı, etkilendiği kanaatine de varmıştım, ama içimdeki sıkıntı olduğu yere kazık atmış, kök salmıştı bir kere.

 

Bir süre sonra bu buluşmadan iki üç hafta önce okuduğum Martin Eden romanı geldi aklıma. Martin Eden’i intihara kadar sürükleyen sıkıntılar silsilesinin başlangıcını hatırladım. İçimdeki sıkıntının sebebinin kitapta geçen mesele ile benzer olduğunu fark ettim. Konu şuydu, Martin Eden aylarca farklı türlerde yazılar yazmış, bunları yayınlatıp karşılığında ücret almak için de birçok dergiye, yayın evine yollamıştı eserlerini. Yolladığı taslaklar kabul edilmiyor ve üstüne üstelik ne çevresi, ne sevdiği kız, ne de bir başkası ona inanıyor ve yazdıklarına önem veriyordu. Daha da kötüsü, bu eserleri üretebilmek için çalışmayı bırakmış, tüm zamanını ve zaten kısıtlı olan birikimini bu uğurda harcamıştı. Artık öyle bir noktaya gelmişti ki yiyecek sıkıntısı çekmeye başlamış, zayıflamış ve fiziksel olarak çökmeye başlamıştı. Bu süreçte kimse, sevdiği kız dahil, ona yardımcı olmamış ve ona “boş işlerle uğraşan sıradan bir insan” muamelesi yapmışlardı. Martin Eden’in tam ümitleri tükenmeye başladığı bir anda, son yolladığı taslak kabul edilmiş ve bundan sonrasında da mucizevi bir şekilde diğer eserleri de teklif almaya başlamıştı. Sonuç olarak, kısa bir sürede ülkedeki en önemli yazarlardan biri haline gelmişti. Ünlü bir yazar olduktan, iyi bir kazanç elde etmeye başladıktan sonra ise herkes ona ilgi göstermeye, yemeklere çağırmaya başlamış, hatta sevdiği kız bile yeniden görüşme isteğinde olduğunu bildirmişti.

 

İşte tam burada, mutlu mesut bir “the end” beklediğimiz bir esnada olaylar beklenenin aksine bir istikamete doğru meylediyordu. Martin Eden kendine şu soruyu sormadan duramıyor, uyuyamıyor, hayattan zevk alamıyordu: “Ben bu eserleri, şimdi beni paraya boğan, ülkenin en ünlü yazarlarından biri yapan eserleri, o en sefil halimde, açlıkla boğuşurken, buhranlar içinde küçücük odamda debelenirken yazdım ve hiç kimse bana inanmadı. Açlıktan kıvranırken beni yemeklere çağırmadınız, adam yerine koymadınız, güvenmediniz. Şimdi ne oldu da bana bu ilgi alaka ve saygı gösteriyorsunuz. Ünlü olmam, cebimde paramın olması dışında neyim değişti?” Martin Eden kısaca şunu fark etmişti, ona gösterilen ihtimam, ilgi alaka şahsiyetine değil, ünlü bir yazar olmasına, zenginliğine dayanıyordu. O son yolladığı eser de kabul edilmese belki helak olacak ve adı sanı duyulmayan, ardında hiçbir şey bırakamamış bir hayal kırıklığı olarak göçüp gidecekti.

 

Konunun benimle alakasına geri dönmemiz gerekirse ve gerçeği söylemek gerekirse (yanlış anlaşılmasın, zaten hep gerçekleri yazıyorum, ama cümleyi sürdürebilmek için bu kalıbı kullanmam gerekti) 20’li yaşların başlarında böyle şeyleri pek takmaz, hatta lisede yaptığımız spor müsabakalarında seyirci kızlara ne kadar iyi futbol oynadığımı göstermekten kaçınmaz, boyumla posumla, elde olan zekamla insanları etkilemeye çalışır ve bunlardan gocunmazdım. Hayatımda ilk defa o gün bu özelliklerimle övünmenin ne kadar boş bir şey olduğunu idrak ettim. Artık Martin Eden’i okumuş, adamın ne kadar haklı olduğunu görmüştüm. Kız, o sözleri söyledikten sonra hep şunu düşündüm, acaba kızın bana olan ilgisi iyi futbolcu, arkadaşlarının takdirini kazanmış ve onun çevresi tarafından beğenilen, “popüler” biri olmamdan mı kaynaklanıyordu? Böyle bir durumda o, benim ona açmak istediğim ruhumu ve samimiyetimi istemekten ziyade, iyi bir “parçayı” etkilemeyi başarıp kendi egosunu tatmin etmeye çalışıyor olabilirdi. Acaba iyi futbol oynamasam, arkadaşlarından beni beğenenler olmasa, yine benimle olan münasebetini sürdürür, beni adam yerine koyar mıydı? Boyum on santim daha kısa, düz bir burun yerine kemerli bir burnum olsa, göbekli, belki de biraz kel olsam, ama ruh aynı ruh, kalp aynı kalp, düşünceler aynı saflıkta olsa, yine ilgi gösterir miydi bana?

 

Bu düşüncelerin üstü kapanmasından bir zaman sonra, The Elephant Man filmine denk geldim. Gerçek bir hikayeye dayanan bu filmde Elephant Man lakaplı kişi doğuştan vücudu deforme olmuş, çevresi tarafından “yaratık” olarak algılanan, sirklerde para karşılığı insanlara sergilenen garip bir varlık. Bir doktorun onu keşfetmesi ve onunla konuşup ilgi göstermesi üzerine, Elephant Man’in görüntüsüyle tezat bir şekilde ince bir ruha ve temiz bir kalbe sahip olduğu anlaşılıyor. Film boyunca şu soruyu soruyor insan kendine (ben sordum en azından) bir dostu, bir sevgiliyi hatta eşi insan neye göre seçer? İlk olarak neye bakar, ne arar? Zenginlik mi, ihtişam mı, güzellik/yakışıklılık mı, zeka mı; yoksa dürüstlük mü, insanlık mı, vicdan mı, alçakgönüllülük mü, yardımseverlik, samimiyet mi? Mesela biri zengin ve güzel, diğeri yoksul ama fesat olmayan bir kalbe sahipse hangisine meylederiz? Kısaca aradığımız, olmazsa olmazımız şahsiyet mi, yoksa bir takım maddi ve fiziksel özellikler mi?

 

Eskiden nasıldı bilmem ama günümüzde şahsiyetin pek de önemli olmadığı, belki çoğu kişinin bu kelimenin anlamını bile bilmediği ortada. Boyu posu, beden ölçüleri, arabasının modeli, sosyal medyadaki takipçi sayısı, bir yılda kaç farklı ülke gezdiği, hangi marka kıyafetler giyip modayı ne kadar yakından takip ettiği öncelikle aranan özellikler arasında. Ne kadar yapay, gösteriş üzerine, insanların yüzüne baka baka aldatma biçimi varsa hepsi revaçta. Mesela bir kız dar bir taytla veya mini bir etekle, kolunda marka çantası, elinde arabasının anahtarı ile bir erkeği etkilerken, karşısındaki erkeğin niçin ona meylettiğini sorgulamak ihtiyacı hissetmiyor. Burada bu tarz giyinen insanları, onlar zaten öyle-böyle vb. sınıflandırmalara sokmak istemiyorum. Amacım kimin ne kadar doğru, toplumsal kurallara uygun giyinip giyinmediğini araştırmak, eleştirmek değil. Bu şekilde giyinenler belki rahat ettikleri, sırf hoşlarına gittikleri için bu şekilde takılıyor da olabilirler (ben bu kategoriye giren insanların ciddi manada azınlıkta olduğunu düşünüyorum o ayrı). Yalnız biraz zekası ve kendisine saygısı olan biri, bu tarz, cinselliğini ve maddiyatı ön plana çıkartacak biçimde giyindiği ve hareket ettiği zaman, karşı cinsin ona bizzat bu cinsel ve maddi öğeler sebebiyle yaklaşma ihtimalinin çok yüksek olduğunu anlamalı, en azından bu konuda şüphe duymalı. Söylediklerimin hepsi tersinden erkekler için de geçerli tabii ki. Cinsiyetin hiçbir önemi yok bu konuda, her şey insanların hangi özelliğini, maddi mi manevi mi, ön plana çıkartmasıyla ilgili. Ayrıca bu söylediklerim elbette sadece gerçek sevgiyi arayanlar için geçerli, yoksa amacı zaten kısa süreli, karşılıklı fayda edinme üzerine bina edilmiş “aşklar” peşinde olanlar, egosunu bu şekilde tatmin etmeyi başaranlar için yukarıdaki her şey lafügüzaf olarak kabul edilebilir.

 

Herkeste bulunabilecek, en adi insanların dahi sahip olabileceği bir takım özellikler vasıtasıyla; pahalı bir arabaya binerken, marka kıyafetler içerisinde uzun bir boy, güzel gözler, özenle şekillendirilmiş saçlara sahipken, bir kız gelip bana senden hoşlanıyorum dese veya insanlar beni ciddiye alıp adam yerine koyup saygı gösterse, “niçin” sorusunu sormadan ve bu soruya adamakıllı bir cevap bulmadan ne o kızın sevgisine inanır, ne de diğer insanların samimiyetine güvenirim. Belki gerçekten o kızın sevgisini, insanların saygısını hak etmiş olabilirim, ancak diğer maddi özellikler orada durduğu sürece bunlardan hiçbir zaman kesin olarak emin olamam. Bu benim aşırı şüpheci, “hasta” biri olmam sebebiyle değil, içinde yaşadığımız dünyanın şahsiyetten çok paraya, masumiyetten çok güce, sahicilikten çok kaypaklığa ehemmiyet vermesinden. Pahalı arabadan inen insana yoksul bir kişiye oranla daha fazla saygı gösterildiği; mini etek giyen kızın, bacaklarını örtene oranla yüz katı daha fazla ilgi gördüğü; eserleri basılmamış Martin Eden’e boş insan muamelesi yapılıp açlığa terkedildiği; ruhu pak Elephant Man’in canavar olarak sirklerde insanlara para karşılığı sergilendiği bir dünyada isterseniz ve başarabiliyorsanız, siz kendinizi kandırmaya, gösteriş, sahtelik üzerine bina edilmiş hayatlarınızdan ve aşklarınızdan hiç rahatsızlık duymadan, gece uykularınızdan olmadan, kişiliğinizi çöpe atıp kendinizi maddi varlıkların kollarına bırakarak yaşamaya devam edin.

Posted by ayhansari on Oct 14th 2017 | Filed in Uncategorized | Comments (0)

Leave a Reply