Archive for December, 2019

Bir Garip Varlık: İnsan

 

 

Can Yüceydi, ten aşağılık… aşağılık toprakla tertemiz can birleşti.

Yüceyle aşağı birbirine dost olunca, insan sırlardan meydana gelmiş şaşılacak bir şey oldu.”

            Feridüddin Attar / Mantıku-t Tayr

 

Karamazov Kardeşleri okurken üç kardeş arasından belki de en fazla rahatsız olmam gereken karakter İvan olmasına rağmen, Mitya’yı daha fazla garipsemiş, davranışlarını bir türlü anlamlandıramamıştım. Daha doğrusu galiba bu karakteri biraz gerçek dışı bulmuş, Dostoyevski’ye bu “yapaylığı” yakıştıramamıştım. Hikâyenin bizi ilgilendiren kısmı özetle şuydu: Mitya ihtiraslı bir şekilde sevdiği Gruşenka’nın ona yâr olmayacağını, birlikte mutlu bir hayat yaşayamayacaklarını ve hatta aksine bu kadının hayatını mahvedeceğini bilmesine rağmen bu aşkta ısrar etmiş ve kendi elleriyle hazin sonunu hazırlamıştı. İşin ilginç tarafı, her ne kadar davranışları tahmin edilemez bir karakter gibi gözükse de Mitya, Gruşenka’ya olan aşkının mutlu sonla bitmeyeceğine ve hüsrana uğrayacağının bilincindeydi. Mitya karakterinden rahatsız olmama sebep olan, bu bile bile lades durumuydu. Basit bir mantıkla, “madem bu aşkın kendisine zarar vereceğini biliyor, neden hala bu kadında ısrar ediyor” diyordum kendi kendime.

Aradan bir yıldan fazla bir süre geçtikten sonra, şimdi ismini hatırlayamadığım ve videosunu bulamadığım eski bir Fransızca şarkıya denk geldim. Hatırlayabildiğim ve en çarpıcı bölümü mealen şöyle bir şeydi: “Seni seviyorum ve bu aşk beni mahvedecek.” Âşık olan kişinin irade veya akıl, herhangi bir oto-kontrol mekanizmasıyla rasyonel bir şekilde kendisini durdurması ve sevmeme opsiyonunu seçme gibi bir olasılığı yoktu. Kendi kontrolü dışında gelişen bu olay sonucunda, tıpkı Mitya gibi, hüsrana uğrayacağını biliyordu. Bu şarkıyı da dinledikten sonra Mitya’yı biraz anlamaya, irade, akıl, rasyonalite ile açıklaması zor, daha gizemli bir şeyin olduğunu düşünmeye başlamıştım.

Aradan yine bir sene gibi bir vakit geçtikten sonra Mozart’ın Don Giovanni isimli operasına gitmiş ve final sahnesinin fazlasıyla etkisinde kalmıştım. İlk izlenimim, son pişmanlığın fayda vermeyeceğinin kusursuz ve olabilecek en etkili bir şekilde işlendiği yönündeydi. Belki birçok hocanın vaazından daha güçlü bir şekilde Mozart bize ölümden öte köy olmadığını ve insanın dünyada işlediği suçların cezasını ahirette çekeceğini anlatıyordu. Tabii ki bunun bir istisnası vardı, o da hala hayattayken o ana kadar işlenen günahlardan ötürü samimi bir şekilde tövbe etmek ve günahlarını tekrarlamamaktı. Final sahnesinin en çarpıcı bölümü tövbe konusunun işlendiği bölümdü. Diğer dünyadan gelen ve Don Giovanni’nin ölümüne sebep olduğu hayalet, Don Giovanni’nin elini sert bir şekilde sıkarak onu “tövbe” etmeye davet ediyordu. Don Giovanni ise ısrarla hayır cevabını veriyor ve sonunda kesin bir şekilde tövbe etmeyeceğine ikna ediyordu hayaleti.

Don Giovanni’nin neden böyle hareket ettiğini, şeytanın ve onun yoldan çıkarttığı insanların en büyük ortak özelliğiyle, yani kibirle açıklamak elbette mümkündü. Fakat olayın bu kadar basit olduğunu düşünmüyordum. Eğer Don Giovanni sadece kibrinden dolayı günah işlemeye devam ediyorsa, peki kibirden çok uzak, gerçek manada Allah’tan korkan ve ahiret azabından çekinen insanlar neden bazı günahlarında ısrar ediyordu? Bu sorunun cevabını belki kesin olarak hiçbir zaman bulamayacak olsak da en azından sorunun hakkını vermek için daha derinlemesine incelememiz gerektiği kanaatindeydim. Don Giovanni’nin tövbe etmemesinin tek sebebi kibir değil, aynı zamanda “tövbe edememesiydi.” Belki kendisi de tövbe etmek, içinde bulunduğu günahlarla örülmüş hayattan kurtulup doğru olana yönelmek istiyor, fakat bunu bir türlü başaramıyordu. Üstüne üstelik, bir de daha iyiye yönelememenin, doğru yol üzerinde bir türlü karar kılamamanın yarattığı pişmanlığın ve suçluluk psikolojisinin altında eziliyordu. İşlediği her günahta, yanlış yöne doğru attığı her adımda bu kısır döngü daha da beter bir hale geliyordu. Uzun lafın kısası, bir kadını sevmek veya doğru ile yanlış arasında bir seçim yapmak, insanın kendi aklına, vicdanına ve rasyonel çıkarlarına göre karar verebildiği bir şey değildi. Mitya ile Don Giovanni’nin, daha doğrusu bence tüm insanlığın ortak özelliği ve Feridüddin Attar’ın bahsettiği sır tam olarak buydu. Daha derinlerde, tam olarak anlayamadığımız, kavramakta zorluk çektiğimiz, belki hissedebildiğimiz fakat başkalarına net olarak aktaramadığımız garip bir şey vardı. Bu Sabahattin Ali’nin iddia ettiği gibi, içimizdeki şeytanla açıklanabilecek kadar basit bir şey değildi. Tam bu düşünceler ile meşgulken, başımdan şu ilginç olay geçmişti.

Bir gün Berlin’deki okulumun yemekhanesinde oturmuş, telefonumdaki uygulama üzerinden Kur’an meali okuyordum. Bir ayette Allah cehennem azabını anlatıyor ve yanlış yolu seçen kulların nasıl bir akıbetle karşılaşacağı hususunda uyarıda bulunuyordu. Sureyi ise çok kısa ve net olarak, “sizi uyardık” şeklinde bitiriyordu. Uyarının bu kadar açık ve keskin, herhangi bir yoruma veya bahaneye kapalı olması beni ürkütmüştü. Genel olarak ölüm, mahşer, hesap günü gibi metafiziki kavramlar, insanın ciddiyetini tam olarak kavramaktan aciz kaldığı, soyut kelimeler olmaktan ibaretti. Nasıl ki korku filmi izlerken müthiş derecede korksak bile, en nihayetinde bunun bir film olduğunu bilmemiz ve kendi başımıza böyle bir şeyin gelmeyeceğine inandığımız için filmin bize olan etkisi yavaşça kayboluyorsa, ahiret ve ölüm sonrası hayat ile ilgili düşüncelerimiz de benzer bir şekilde bir türlü somutlaşmıyor, hayal aleminin bir parçası olmanın ötesine geçemiyordu. Fakat o anda, ayeti okurken, ahireti ve ölümü, hesap gününü belki de hiç olmadığı kadar gerçek bir şekilde hissetmiş ve korkmuştum. Bir an kendimi mahşerde, hesap gününde terazinin karşısında ilahi adaletin kararını bekleyen ve gelecek sonuç ile birlikte ya hayal bile edilemeyecek bir mutluluğa erişecek, ya da tarifi imkânsız eşi benzeri olmayan bir azaba maruz kalacak biri olarak hayal etmiştim. Eğer yargılamanın sonucu aleyhime gerçekleşirse hiçbir bahanem olmayacaktı, çünkü “beni uyarmıştı” ve bu uyarı yoruma kapalıydı. Allah’tan korkmanın imanın bir göstergesi olması sebebiyle, belki de o anda bireysel anlamda imanın zirvesine çıkmıştım.

Tam bu ürperme ile düşünmeye başlamış, dalmış bir şekilde kafamı pencereye çevirmiştim ki, uzaklara odaklanmış ve yakını idrak edemeyen gözlerim yavaşça iki üç metre ötemdeki bir gruba odaklandı. İçlerinden 1.75 boylarında, altın rengi saçlara ve güzel bir yüze sahip, düzgün fizikli bir kadın ilgimi çekti ve onu hayranlıkla seyretmeye başladım. Ayetlerin akabinde gelen farkındalık ve ürperme, camın dışındaki kadını fark edişim ve onu hayranlıkla seyre dalmam takriben 10-15 saniyelik bir zaman diliminde gerçekleşmişti. Bu kadar kısa bir sürede, belki o anda 29 yıllık yaşantımın iman açısından en zirve seviyelerinden birine çıkmışken, iki üç saniye sonrasında şeytanın basit bir oyununa gelmiş ve hesap günü, cennet/cehennem hepsini unutmuş, o sarışın kadının güzelliğini dalmıştım. Başımdan geçen olayın iki açıklaması olabilirdi ya bende kişisel bir sıkıntı ya da insanın doğasından kaynaklanan insana özgü bir gizem, gariplik vardı.

Belki Mitya’nın hikayesini bilmesem, o Fransızca şarkıyı dinlemesem ve Don Giovanni’nin trajedisini izlemesem, garipliğin kendimle sınırlı olduğu kanısına varıp konunun üstünü kapatabilirdim. Konuyu kapatamadığım ve insandaki bu gizemi anlamaya çalıştığım için, başa dönüp insanların atasının hikayesine odaklanmıştım. Hz. Âdem cennet nimetlerinin içerisinde, meleklerin bile secde ettiği bir varlık olarak eşiyle mutlu mesut yaşamaktayken, bizzat Allah’ın uyarmasına ve o ağacın meyvesinden yeme demesine rağmen o meyveyi neden yemişti? Hz. Adem’i bu günaha işlemeye iten gerçekten Şeytan’ın kendisi mi, yoksa şeytana uymaya meyilli doğası/fıtratı, yani insana mahsus bir özellik miydi? Bu durumda insanın günah işlemesi kaçınılmaz mıydı? Diyelim ki, insan içinde bulunduğu durumun farkına varmaktan, ölüm sonrası hayatın ve o hayatta maruz kalabileceği azabın ciddiyetini kavramaktan aciz ve bu sebeple günahın kaçınılmazlığından ziyade kendi bilgisizliğinden ötürü günah işlemekteydi. Peki hayatı boyunca günah işlemiş bir kimse günahkâr bir şekilde ölse, cehennemlik olsa ve tam cehenneme atılacakken son bir şans verilip tekrar dünyaya gönderilse, orada eski hatalarından dönmüş ve tertemiz bir hayat mı yaşar, yoksa tekrar günaha mı sapardı? Enam Suresi 28. Ayete göre cevap şu şekildeydi: “Eğer çevrilselerdi elbette kendilerine yasaklanan şeylere yine döneceklerdi. Şüphesiz onlar yalancıdırlar.” Birisi çıkıp bu insanların tamamen yoldan çıkmış yalancı kimseler olduğunu ve insanların genelini temsil etmediğini söyleyebilirdi. Fakat her ne kadar işledikleri günah ve dereceleri çok farklı olsa da (Hz. Âdem işlediği günah sonrası tövbe ettiği için daha üstün bir derecede) başlarına gelecek olanı görmelerine rağmen ufak veya büyük yine de günaha sapmış olmaları sebebiyle bu kimselerle Hz. Âdem arasında benzerlik vardı.

Hz. Âdem de cehennemi gördü mü bilinmez fakat cenneti görmüş, o alemde yaşama şansı bulmuş ve tüm güzelliklerini bizzat tecrübe etmişti. Bütün bunlar, somut deliller, Allah’ın bizzat uyarısı dahi onu günah işlemekten alı koyamamıştı. Buna ek olarak, Peygamber Efendimiz’in “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize günah işleyip peşinden tövbe eden bir kavim yaratırdı” hadisi de insanın kaçınılmaz olarak günah işlemeye mahkûm olduğunun başka bir ispatı niteliğindeydi. İnsanların kaçınılmaz olarak günah işleyeceği hususunun tek istisnası, Allah’ın günah işlemelerine izin vermediği seçilmiş kişiler, yani peygamberlerdi. Çoğumuzun bildiği, filmlere konu olan Hz. Yusuf’un Züleyha ile olan hikayesinde bu durumun bir örneği görmek mümkündü. Yusuf suresi 24. Ayette bu durum şöyle anlatılır: “Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin işaret ve ikazını görmeseydi o da kadına meyletmişti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delilimizi gösterdik). Şüphesiz o ihlaslı kullarımızdandı.” Görüldüğü gibi Hz. Yusuf’un Züleyha’dan uzaklaşması ve zina günahına girmemesi yalnız onun irade kuvvetiyle değil, aynı zamanda Allah’ın yardımıyla gerçekleşmişti. Allah’ın bu yardımı olmasa, belki o da diğer insanlar gibi, doğasında/fıtratında bulunan günah işlemeye meyilli özellikler sebebiyle doğru yoldan sapacaktı.

Mitya’nın, hayatını mahvedeceğini bilmesine rağmen bir kadını sevmesi ve onda ısrar etmesi veya Don Giovanni’nin tövbe etmek yerine cehenneme gitmeyi seçmesi ile insanın kaçınılmaz bir şekilde günah işlemeye mahkûm olmasının ortak özelliği, bunların hiçbirinde insanın iradesinin, aklının ve mantığının başrolü oynamıyor oluşuydu. Mitya nasıl Gruşenka’yı sevmeye mecburduysa, Hz. Âdem de o ağacın meyvesinden yemeye mecburdu. Aksi yönde bir karar vermeye aklı ve mantığı onlara salık veriyor olabilirdi fakat bu kararları uygulamaya koyacak bir bünyeye, vücuda, yapıya sahip değillerdi. Feridüddin Attar’ın bahsettiği sır işte buydu: Hem güzeli hem de çirkini aynı bünyede barındırabilen garip bir varlıktı insan, tıpkı  Shakespeare’in Hamlet’te anlattığı gibi:

“Nasıl bir şaheser şu insan! Ne kadar soylu akıldan yana, melekeleri ne kadar sınırsız; endamıyla, hareketiyle ne kadar kusursuz ve göz alıcı; davranışlarında bir melek sanki, kavrayışında nerdeyse bir tanrı: En güzel yaratığı dünyanın, canlıların üstün örneği! Oysa, benim için tek bir toz zerresi.”

Her ne kadar kibirlensek, her şeyi elinde tutan, kendine ve hayatına hâkim, müthiş derecede akıllı ve bir o kadar da rasyonel bir varlık olarak görsek de kendimizi, en nihayetinde hepimiz ufak bir sandalın içinde, metrelerce derinlikte ve kilometrelerce genişlikte bir okyanusun en ücra köşesinde akıntıya kapılmış, suyun üstünde kalabilmek için çırpınan insanlardan ibaretiz. Yüce bir can (ruh) ile aşağılık bir tenden (beden) meydana gelme bir varlığız.

Bu görüşlerimle amacım insanın yaptığı kötü işleri meşru göstermek, “kadercilik” ağına düşüp bize bunları haşa Allah yaptırıyor, o dilese hepimiz doğru yolu bulurduk diyerekten sorumluluktan kaçmak değil. Yegâne gayem, başta kendim olmak üzere, insanların tavırlarına ve eylemlerine bir anlam verebilmek. Anlaşılan, en azından benim anladığım o ki, insan aklıyla ve mükemmel bir rasyonellik içinde keskin fayda-zarar hesabı yapıp kendi varlığı için en doğru ihtimali bulan ve onda ısrar edebilen bir yapıya sahip değil. İnsan, yaratılışından, doğasından/fıtratından kaynaklanan, hem güzele hem çirkine hem doğruya hem yanlışa hem helale hem günaha meyledebilen, ikili, yüce ve aşağılık hisleri aynı anda tek bünyede barındırabilen bir yapıya sahip. Bu sebeple, insan kendisinin farkına varmalı ve melek ya da peygamber olmadığı ve Allah’ın yardımı olmadan bir hiç, bu ummanda, fani dünyada kaybolup yitme tehlikesiyle baş başa olan bir varlık olduğu gerçeğiyle yüzleşmelidir. Bunun yanı sıra, başka insanlar ile ilişki kurarken de beylik laflar edip sanki dünyanın en akıllı ve ahlaklı insanı kendisiymiş de karşısındaki insan yaptığı işin veya verdiği kararın ne demek olduğunu bilmiyormuş gibi ona ders vermeye çalışmak ve ucuz ahlakçılık taslamak yerine, basit yargılarda bulunmaktan kaçınıp, insanların bu sırrı üzerine tefekkür etmeli ve karşısındaki insanı anlamaya çalışmalıdır.

Hayr u şer her ne ki işlerse kişi kendinedir

Kimseyi hor göremez bilse kişi kendi nedir

Posted by ayhansari on Dec 13th 2019 | Filed in Uncategorized | Comments (0)