Ad/Semud Kavimleri ve Corona Virüsü

 

Corona virüsü Çin’de ortaya çıkıp dünya genelinde bir salgın olmadan önce, zihnim özellikle Çinlilerin Uygur Müslümanlarına yaptığı muameleler ve ABD-İsrail ortaklığının Kudüs’ü bir oldu bittiye getirerek işgallerini meşrulaştırmaya çalışmalarıyla meşguldü. Uygurlu Müslümanların batıdan yükselen bazı itirazlar (ki bu itirazların sebebi de Uygurlu Müslümanlara üzülmelerinden ziyade Çin’i siyasi baskı altına almak isteyen ABD ve ortaklarının işiydi büyük ihtimalle) haricinde yalnız bırakılması, ABD’nin ortaya attığı sözde İsrail-Filistin barış planının Körfez ülkeleri tarafından şiddetle reddedilmesi beklenir/umulurken, aksine alttan alta desteklenmesi bende büyük bir hayal kırıklığına sebep olmuştu. Bunların üstüne Suriye’de Müslümanların 10 yıla yakın bir zamandır savaşın ağır şartları altında hayatlarından olmaları, yerlerinden edilmeleri ve diğer devletlerin çıkar çatışmaları altında ezilmeleri de “ne olacak Müslümanların bu hali” sorusunun bende sıklıkla cevapsız kalmasıyla sonuçlanmıştı. Özetle, Müslümanları ezen güçlere karşı koyacak ne askeri bir kapasitemiz ne de olası bir askeri çatışmayı veya diplomatik baskıyı destekleyecek ekonomimizin olmadığı gerçeği ayan beyan ortadaydı ve bu benim gibi sıradan bir Müslüman için acı bir gerçekti.

Belki de Osmanlının gerileyişi ile başlayan, iki yüzyıldan daha uzun bir süredir devam eden ve bir ihtimal bir bu kadar daha devam edecek Müslümanların kuvvetsiz olduğu uzun bir zaman diliminin tam ortasındaydık ve tekrar şahlanış ise çok yüksek ihtimalle bizlerin ömrümün erişemeyeceği bir uzaklıktaydı.   Belki biz de 19.yy. sonları veya 20.yy. başlarında yaşamış Müslüman bir komutan, alim veya sıradan bir vatandaş gibi Müslümanların yaşadığı ülkelerin gayri İslami devlet ve kuvvetler tarafından işgal edildiği, sömürüleştirildiği, toplumun İslam’dan uzaklaştığı/uzaklaştırıldığı bir dönemin tam merkezinde yer alıyorduk. Veya neredeyse tüm hayatını memleketi ve İslam’a adamış bir alim olan Mehmet Akif gibi, namazlarını şaşırmasına sebep olacak şekilde yoğun ve yorgun bir zihne sahip halde Müslümanların feraha ulaştığı vakitleri göremeden hayata gözlerimizi yumacaktık.

Bu tarz bir karamsarlığa düşmemin, diğer devletlerin askeri ve ekonomik anlamda barındırdıkları kuvveti ciddiye almamın en önemli sebebi herhalde okuduğum bölümle, siyaset bilimi eğitiminin bize benimsettiği kodlarla ilgiliydi. Sanayi devrimi ile ivme kazanan, ikinci dünya savaşı esnasında kullanılan nükleer silahlarla seviye atlayan, iki kutuplu dünya sistemiyle birlikte uzaya, kıtalararası balistik füzelere ve savaş uçaklarına varan ve gelişen teknolojilere paralel bir şekilde daha da ileri bir düzeye taşınan ülkelerin askeri gücü, ekonomileriyle birlikte siyaset bilimi alanında, özellikle uluslararası ilişkilerde en fazla dikkate alınması gereken unsurların başında gelmekte. Bizim gibi bu bölümü okuyan insanlar da haliyle bu verileri diğer insanlara oranla daha fazla ciddiye almakta, yorumları, dünya siyasetine ve kendi ülkelerinin durumuna bakış açıları bunlara paralel bir şekilde gelişmekte.

Siyaset biliminin realist paradigma üzerinden bize aşıladığı bu bilgi birikimi kaynaklı, Müslümana yakışmayacak bir karamsarlığın içinde yüzerken ve her ne kadar yaptığımın yanlış olduğunu düşünsem ve hissetsem de akli delillerle şeytan sürekli aksini bana telkin eder ve ben de buna kanarken, Muhammed Emin Yıldırım’ın Youtube’dan takip ettiğim, Hz. Adem’den başlayarak kronolojik sırayla peygamberlerin hayatını anlattığı Siret’i Enbiya derslerinde Ad ve Semud kavimlerinden bahsedilen bölümlere denk geldim. Bu iki kavmin ortak özelliği, inşa ettikleri yapılar sayesinde doğal afetlerden, Allah’ın azabından kurtulacaklarını düşünmesiydi. Ad kavmi yaptığı yüksek binalar, Semud kavmi ise dağın içini oyarak oluşturdukları korunaklı evler sayesinde afetlerden korunabileceklerini zannediyorlardı. Sonuç olarak Allah bu iki kavmi de yok etmiş ve yüksek binaları, korunaklı oyukları bu azan kavimleri kurtaramamıştı.

Bu kıssaları dinledikten sonra biraz ferahlamakla beraber, zihnimin bir köşesinde yine de şeytana uyarak ve aklıma olması gerekenden fazla ehemmiyet vererek, “ama şimdi bunlarda nükleer silah var, balistik füzeler var, uçakları, gemileri, teknolojileri, bizden kat be kat üstün ekonomileri var ve bu antik medeniyetlerden çok daha kuvvetliler” demeye devam ediyor, Müslümanların bu ülkelere karşı hala bir şansı olmadığını ve içinde bulundukları acziyetten kurtulmalarının kısa ve orta vadede olası görünmediğini düşünüyordum.

Tam bu esnada Çin’de yayılmaya başlayan bir virüsün haberleri dünyayı sarsmaya başladı. ABD ile birlikte iki süper güçten biri sayılabilecek Çin’i aciz bırakan bu virüs, kısa bir süre sonra diğer ülkelere yayılmış ve bulaştığı yerleri adete felç etmişti. Bu yazıyı yazdığım esnada salgın tüm hızıyla yayılmaya devam ediyor ve uğradığı ülkelerde ekonomiden sosyal yaşama hayatın tüm alanlarını sarsıcı bir şekilde etkiliyordu. Bu virüsün Allah’ın x ülkesine veya y toplumuna bir azabı olduğunu iddia etmenin ve tartışmanın, bunun bilgisinin sadece Allah katında olduğu ve bize vahiy veya ilham aracılığıyla bildirilmediği sürece insanların cevaplandıramayacağı bir konu olduğu için, gereksiz olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla olayın bu boyutunu es geçiyor ve Corona virüsünün ortaya çıkmasıyla yaşananların benim için ne ifade ettiği, bana nasıl bir ders verdiği hususuna değinmek istiyorum.

Corona salgınının bana verdiği en önemli ders, Allah’ın istediği zaman bir kavmi, hatta tüm insanlığı ne kadar kolay bir şekilde ortadan kaldırabileceği hususu oldu. Allah bu virüsü ebola virüsü kadar öldürücü bir virüs de yapabilir veya başımıza herhangi başka türden bir afette salabilirdi. Elbette Allah’ın sonsuz ve sınırsız kudretine inanıyor ve O’nun her şeye kadir olduğuna iman ediyorduk fakat belki iman eksikliğinden belki de şeytanın oyununa fazlasıyla gelmemizden ötürü tam kalbimizle mutmain olamıyorduk. Bunun yanı sıra yanıldığımız bir başka nokta ise, biz Müslümanlara düşmanlık ve zulmeden insanların sadece Müslümanların eliyle durdurulacağını düşünüyor ve Hz. Nuh’tan başlayarak Hz. Musa’ya kadar anlatılan kıssalarda insanlara gelen azabın bizzat Allah tarafından gönderildiğini unutuyorduk. Nuh kavmini Hz. Nuh ve ona indirilen dine inananlar değil, bizzat Allah’ın gönderdiği azap ortadan kaldırmıştı. Benzer durumlar Ad ve Semud kavmi için de geçerliydi. Yani Müslümanların düşmanlarına kıyasla aciz ve kuvvetsiz olması, Allah’ın istediği zaman Allah düşmanlarını ortadan kaldırabileceği gerçeğiyle tezat oluşturmuyordu. Nitekim yukarıda bahsettiğimiz kıssaların ekseriyetinde, Allah’a inanan dindarlar gönderildikleri toplumlarda azınlıktaydı ve güçsüz kimselerdi.

Sözün özü (en başta kendime), biz Müslümanlara düşen Allah’a şartsız şekilsiz iman etmek ve onun indirdiği kitaba ve yolladığı Peygamberlerin emirlerine uygun bir hayat sürmeye çabalamaktır. Eğer biz bunu başarabilirsek, Müslümanların karşısında ne nükleer silahlar ne milyar dolarlık en yüksek seviye teknolojik silah sistemleri, ne tüm dünyayı sarmalamış medyaları ve lobileri ne de herhangi aklımıza gelmeyen burada sayamadığımız başka türden dünyevi bir kuvvetleri başarılı olabilir. Elbette bunların hiçbiri, biz Müslümanların seviyelerini yükseltmesi, askeri, ekonomik anlamda daha ileri bir noktaya gelmek için elimizden geldiği kadarıyla, Allah’ın bize verdiği zihinsel ve fiziksel yetenekleri kullanarak, çabalamamız gerektiği gerçeğini değiştirmiyor. Mehmet Akif’in “tevekkelna deyip yattık da kaldık böyle en aciz” sözüne muhatap olmaktan kaçınarak ve İslam’a uygun bir tevekkül anlayışını benimseyerek Allah’ın sünnetullahına uygun işler yapmak için canla başla çalışmaya devam etmeliyiz. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz sözüne hakkını vererek idrak ve iman etmeli ve bir Müslüman olarak hiçbir zaman bedbinlik tuzağına düşmemeliyiz.

 

Birtakım insanlar onlara, “İnsanlar size karşı asker toplamışlar, onlardan korkun” dediler de bu, onların imanlarını arttırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” diye cevap verdiler.

(Ali İmran 173)

 

Posted by ayhansari on Mar 14th 2020 | Filed in Uncategorized | Comments (0)

Leave a Reply