Archive for the 'Uncategorized' Category

Bir Tutarsızlık Hikayesi: Türkiye’nin Eğitimli Muhalifleri

Korona virüs salgını sosyal medya gündemini de etkisi altına aldı. Her şeyi kutuplaşmanın mezesi haline getiren sosyal medya kullanıcıları tabii ki bundan da ziyadesiyle nasiplendi. Yüzlerce tartışma ve karşılıklı suçlamalardan bir tanesi de virüs sebebiyle kapanan okullarda ders veremeyen ücretli öğretmenler maaş alamazken, kapanan camilerde namaz kıldıramayan imamların maaş almaya devam etmesiyle ilgiliydi. Bir kişinin attığı bu tweet en son baktığımda yüz bine yakın beğeni almıştı. Tweeti beğenenlerden biri de dünyanın en iyi metot okullarından birinde eğitim almış, çok iyi bir üniversitede hocalık yapan ve en önde gelen uluslararası dergilerde makaleleri yayınlanan bir hocamızdı. Bu Hocamız, tweeti beğenen diğer binler gibi basit bir mantığı yürütememiş, ücretli öğretmenlerin memur statüsünde olmadığı, imamların ise memur statüsünde olduğu gerçeğini es geçmişti. Halbuki, diğer ders vermeyen memur öğretmenler tıpkı memur imamlar gibi ücret almaya devam ediyordu. Kısacası burada asıl tartışılması gereken mesele, neden benzer işleri yapan bir grup öğretmen memur statüsünde çok daha güvenceli bir iş hayatına sahipken, diğer ücretli çalışan grubundaki öğretmenlerin hiçbir güvencesi olmayışıydı.

 

Bize metot dersi veren, analitik, eleştirel düşünme yöntemlerini öğreten ve bunların ne kadar önemli olduğunu anlatan ve öğreten bir hocamızın, bu kadar basit bir kıyaslama hatasına düşmesi, beni uzun bir süredir gözlemlediğim ve yazmayı istediğim bir meseleye, akademik kariyere sahip eğitimli kesimdeki muhaliflerin bir tutarsızlığına değinmeyi zorladı. Öncelikle bu tutarsızlığın ne olduğunu ve sonrasında bu tutarsızlığın sebebiyle ilgili kişisel düşüncelerimi paylaşacağım. Son bir kere daha hatırlatmak isterim ki, bu yazıda bahse konu olacak muhalif kişiler ülkemizin önde gelen akademisyenleri, uzmanları, kısacası “aydın, okumuş, entelektüel” kesimleridir.

 

Öncelikle bu eğitimli, uzman kişilerin birinci ve en önemli tutarsızlığı, eleştirdikleri, muhalif oldukları parti, kurum ve kişilere karşı tutum ve yaklaşımları ile kendi ideolojilerine yakın kesimlere karşı tutum ve yaklaşımlarının farklılık göstermesi. Bu kesim iktidarı ve iktidar ile bağlantılı kurum ve kuruluşları eleştirirken genel olarak bilimsel yöntemlerden, akıl ve mantıktan ve dünyadaki iyi yönetilen ülkelerle kıyaslamalardan beslenmekte. Çok detaylı ve kendi içinde tutarlılığa sahip, belli normlara dayanarak eleştirilerini sıralamaktalar. Ülke olarak karşılaştığımız bir meseleyi, en küçük detayına kadar inceleyip bu meselenin yönetilmesi esnasında yapılan hataları ve iktidar ile bağlantılı kurum ve kuruluşların bu hatalardaki rollerini adete atomlarına kadar parçalayıp, gözlerimizin önüne sermeye çalışıyorlar. Sonuç olarak ise istisnası olmaksızın her defasında iktidarın ne kadar hatalı bir yönetim sergilediğini sonucuna varıyorlar. Eleştirinin değerini sürekli tekrarlayan ve bir olayı analitik bir şekilde her yönünden ele almayı kanun benimsemiş hocaların bu tarz bir yöntem benimsemesi ilk bakışta gayet normal ve anlaşılabilir bir tavır olarak görülüyor.

 

Asıl sorun ve bizim bu yazıda tutarsızlık olarak adlandırdığımız şey, benimsenen tüm bu yöntemlerin sadece iktidara karşı uygulanıp kendi tarafının, desteklediği kurum ve kişilerin ve ideolojilerin, bu ince eleyip sık dokuma anlayışının, eleştirel sorgulamanın tamamen dışında bırakılması. Ne demek istediğimi ülkemizde çok tartışılan bir meseleyi, basın özgürlüğü konusunu biraz açarak anlatmaya çalışalım. Hocalarımızın en fazla eleştirdiği unsurlardan biri iktidarın medyayı kontrolü altına alıp yandaş medya oluşturması. Bu yandaş medya aracılığıyla da insanları manipüle etmesi. Fakat tutarsızlık şu ki, bu insanların yorumcu veya yazar olarak bir parçası olduğu, sosyal medyada faaliyet gösteren platformların istisnasız tamamı iktidara karşı pozisyon almış bir ideolojinin, partinin veya oluşumun taraftarlığını yapmakta.

 

Bunların en çarpıcı örneklerinden bir tanesi de kendi alanın önde gelen uzmanlarının yazılar yazıp programlar yaptığı “Gazete Duvar.” İç politikadan dış politikaya içerdiği bütün analizler ve programların neredeyse tamamı her konuda hükümeti eleştirirken, bir taraftan da sürekli HDP güzellemesi yapmakta.  Örneğin bir haberde Gazete Duvar, Veli Saçılık’ın “HDP’nin iktidarı çok güzel iktidar olur” sözlerini aynen bu başlıkla twitter’da gün boyu HDP propagandası yapabilmekte. T24 veya Medyascope gibi mecralar da benzer şekilde bir taraftan hükümeti ana akım medyayı ele geçirmekle suçlarken, kendileri bir gazeteciden ziyade belli bir ideolojinin taraftarlığına soyunup adeta bir aktivist veya parti üyesi gibi hareket edebilmekte. Bu mecralara analiz ve program yorumculuğu ile katkıda bulunan akademisyenler de karşı tarafı hükümete yandaşlıkla eleştirirken, parçaları oldukları bu platformlara HDP taraftarlığı ve ideolojik yanlılığı ile ilgili en ufak bir eleştiriyi bile fazla görmekte.

 

Kısacası, bu örneklerde çok açık bir şekilde gözlemlenebilen, iki yüzlülük demek istemesem de muazzam bir çifte standart bulunmakta. Maç izleyen bir taraftar nasıl ki kendi oyuncusunun yaptığı hareketin kurallar dahilinde olduğunu iddia ederken benzer hareketleri yapan rakip oyuncunun her hamlesini kural dışı olarak görüyorsa, bu kesimler de tıpkı bir taraftar, tribünde takımını destekleyen ateşli bir seyirci gibi, karşı tarafa gelince farklı, kendi tarafına gelince farklı kuralları benimseme tutarsızlığına savrulabiliyorlar. İşin ilginç ve üzüntü verici yanı da sürekli eleştirinin değerinden bahseden ve iktidarı farklı görüşleri susturmakla ve en ufak eleştiriyi bile kabul etmemekle itham eden bu kişiler, kendilerine yöneltilen en ufak bir eleştiriye aşırı tepkiler verip karşısındakini ya bilgisizlikle ya da iktidarın yandaşlığını yapmakla suçlayabiliyorlar. Mesela, iktidarı en sert eleştiren gazetecilerden biri olan Ruşen Çakır, twitter’da tamamen saygı çerçevesinde yaptığım bir eleştiriye, beni bloklayarak cevap verirken, ertesi gün hiç yüzü kızarmadan iktidarı özgür düşünceyi kısıtlamak ve eleştirilere sert tepki vermekle suçlayabiliyor.

 

Bu tutarsızlığın ve çifte standartın çeşitli sebepleri olabilir, bu yazıda bunları tek tek incelemeye yerimiz de yeterliliğimiz de yok. Ben yine de dikkatimi çeken olası bir sebebe kısaca değinmeye çalışacağım. Bildiğiniz gibi 2019’un Ağustos ayında iki hafta arayla hem Kurban Bayramı, hem de 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlandı. Twitter’dan takip ettiğim, özellikle muhalif kesimler ve akademisyenler tarafından ekonomi alanındaki görüşlerine değer verilen bir ekonomist, “Türk ulusunun en büyük bayramı, Zafer Bayramı Kutlu olsun” şeklinde bir tweet atmıştı. Yine bu kişinin Kurban Bayramı’nın 1 Eylül’de kutlandığı 2017 yılında, 29 Ağustos’ta aynı cümleyle biten bir yazısı da mevcut. Acaba insan neden böyle bir tweet atar diye düşünürken aklıma iki ihtimal gelmişti. Ya bu kişi din aleyhtarı ya da attığı tweet’in iki hafta önce kutlanan Kurban Bayramı ile bir kıyaslama içerdiğinin farkına varamayacak kadar kıt bir zekaya sahipti. Uzmanlığı ve alanındaki yetkinliği düşünülürse birinci şık, ikincisine göre daha olası bir durumdu.

 

Tek bir tweetten çıkarım yapmak, bunu o insan hakkında bir yargıya varmak için bir veri olarak kullanmak elbette tam anlamıyla doğru bir yaklaşım değil. Fakat, “I know it when I feel it (hissettiğim an biliyorum)” sözünden mülhem, yukarıda bahsettiğim, ‘namaz kıldırmayan imamların maaş alması’, ‘bayram kıyaslaması’ tweetleri, ve umreciler üzerinden yapılan tartışmalar, kanıtlayamayacağım fakat sonuna kadar din karşıtlığını hissettiğim örneklerden sadece birkaç tanesi. Ve yine kanıtlayamayacağım fakat sosyal medyada gözlemleyebildiğim ve hissettiğim kadarıyla, birçok akademisyen ve uzmanın eleştirilerindeki tutarsızlığın ve tek yanlılığın bir sebebi de, tabii ki istisnalar olmakla birlikte, ağırlıklı olarak dine ve bu ülkenin çoğunluğunun inançlarına olan yabancılıkları ve önyargıları.

 

Liberal solun bu tutarsızlıkları ve sürekli hissedilen din karşıtlıklarıyla nedeniyledir ki hem ben hem de halkın önemli bir çoğunluğu, bu kimselerin iktidara getirdiği eleştirileri çoğu zaman kendi değer yargılarına yönelik bir saldırı olarak görüp savunma pozisyonuna geçmekteler. Eleştiriyi seven ve yücelten, fakat eleştirilmekten hazzetmeyen bu kimseler, elbette din aleyhtarlığı konusunu yersiz bir eleştiri, hatta iktidarın propagandasına maruz kalmış kitlelerin hezeyanları olarak geçiştirme olanağına sahipler. Fakat benim gibi insanların bu hissi ve algısını görmezden gelmeleri, öncelikle onların ülkenin büyük bir çoğunluğu tarafından kendi kültür ve değerlerinden ve toplumdan kopuk “sözde” aydınlar olarak algılanmalara sebep olmakta. İkincisiyse, dine ve toplumun önemli bir kısmının benimsediği değerlere olan mesafeleri, ön yargıları ve hatta düşmanlıkları, çifte standarta dayanan eleştirel tutumlarını beslemeye devam edip onların aydın bir kişilikten ziyade sıradan bir taraftar, partizan olarak kalmalarına zemin hazırlamakta.

 

 

Posted by ayhansari on Apr 13th 2020 | Filed in Uncategorized | Comments (0)

Ad/Semud Kavimleri ve Corona Virüsü

 

Corona virüsü Çin’de ortaya çıkıp dünya genelinde bir salgın olmadan önce, zihnim özellikle Çinlilerin Uygur Müslümanlarına yaptığı muameleler ve ABD-İsrail ortaklığının Kudüs’ü bir oldu bittiye getirerek işgallerini meşrulaştırmaya çalışmalarıyla meşguldü. Uygurlu Müslümanların batıdan yükselen bazı itirazlar (ki bu itirazların sebebi de Uygurlu Müslümanlara üzülmelerinden ziyade Çin’i siyasi baskı altına almak isteyen ABD ve ortaklarının işiydi büyük ihtimalle) haricinde yalnız bırakılması, ABD’nin ortaya attığı sözde İsrail-Filistin barış planının Körfez ülkeleri tarafından şiddetle reddedilmesi beklenir/umulurken, aksine alttan alta desteklenmesi bende büyük bir hayal kırıklığına sebep olmuştu. Bunların üstüne Suriye’de Müslümanların 10 yıla yakın bir zamandır savaşın ağır şartları altında hayatlarından olmaları, yerlerinden edilmeleri ve diğer devletlerin çıkar çatışmaları altında ezilmeleri de “ne olacak Müslümanların bu hali” sorusunun bende sıklıkla cevapsız kalmasıyla sonuçlanmıştı. Özetle, Müslümanları ezen güçlere karşı koyacak ne askeri bir kapasitemiz ne de olası bir askeri çatışmayı veya diplomatik baskıyı destekleyecek ekonomimizin olmadığı gerçeği ayan beyan ortadaydı ve bu benim gibi sıradan bir Müslüman için acı bir gerçekti.

Belki de Osmanlının gerileyişi ile başlayan, iki yüzyıldan daha uzun bir süredir devam eden ve bir ihtimal bir bu kadar daha devam edecek Müslümanların kuvvetsiz olduğu uzun bir zaman diliminin tam ortasındaydık ve tekrar şahlanış ise çok yüksek ihtimalle bizlerin ömrümün erişemeyeceği bir uzaklıktaydı.   Belki biz de 19.yy. sonları veya 20.yy. başlarında yaşamış Müslüman bir komutan, alim veya sıradan bir vatandaş gibi Müslümanların yaşadığı ülkelerin gayri İslami devlet ve kuvvetler tarafından işgal edildiği, sömürüleştirildiği, toplumun İslam’dan uzaklaştığı/uzaklaştırıldığı bir dönemin tam merkezinde yer alıyorduk. Veya neredeyse tüm hayatını memleketi ve İslam’a adamış bir alim olan Mehmet Akif gibi, namazlarını şaşırmasına sebep olacak şekilde yoğun ve yorgun bir zihne sahip halde Müslümanların feraha ulaştığı vakitleri göremeden hayata gözlerimizi yumacaktık.

Bu tarz bir karamsarlığa düşmemin, diğer devletlerin askeri ve ekonomik anlamda barındırdıkları kuvveti ciddiye almamın en önemli sebebi herhalde okuduğum bölümle, siyaset bilimi eğitiminin bize benimsettiği kodlarla ilgiliydi. Sanayi devrimi ile ivme kazanan, ikinci dünya savaşı esnasında kullanılan nükleer silahlarla seviye atlayan, iki kutuplu dünya sistemiyle birlikte uzaya, kıtalararası balistik füzelere ve savaş uçaklarına varan ve gelişen teknolojilere paralel bir şekilde daha da ileri bir düzeye taşınan ülkelerin askeri gücü, ekonomileriyle birlikte siyaset bilimi alanında, özellikle uluslararası ilişkilerde en fazla dikkate alınması gereken unsurların başında gelmekte. Bizim gibi bu bölümü okuyan insanlar da haliyle bu verileri diğer insanlara oranla daha fazla ciddiye almakta, yorumları, dünya siyasetine ve kendi ülkelerinin durumuna bakış açıları bunlara paralel bir şekilde gelişmekte.

Siyaset biliminin realist paradigma üzerinden bize aşıladığı bu bilgi birikimi kaynaklı, Müslümana yakışmayacak bir karamsarlığın içinde yüzerken ve her ne kadar yaptığımın yanlış olduğunu düşünsem ve hissetsem de akli delillerle şeytan sürekli aksini bana telkin eder ve ben de buna kanarken, Muhammed Emin Yıldırım’ın Youtube’dan takip ettiğim, Hz. Adem’den başlayarak kronolojik sırayla peygamberlerin hayatını anlattığı Siret’i Enbiya derslerinde Ad ve Semud kavimlerinden bahsedilen bölümlere denk geldim. Bu iki kavmin ortak özelliği, inşa ettikleri yapılar sayesinde doğal afetlerden, Allah’ın azabından kurtulacaklarını düşünmesiydi. Ad kavmi yaptığı yüksek binalar, Semud kavmi ise dağın içini oyarak oluşturdukları korunaklı evler sayesinde afetlerden korunabileceklerini zannediyorlardı. Sonuç olarak Allah bu iki kavmi de yok etmiş ve yüksek binaları, korunaklı oyukları bu azan kavimleri kurtaramamıştı.

Bu kıssaları dinledikten sonra biraz ferahlamakla beraber, zihnimin bir köşesinde yine de şeytana uyarak ve aklıma olması gerekenden fazla ehemmiyet vererek, “ama şimdi bunlarda nükleer silah var, balistik füzeler var, uçakları, gemileri, teknolojileri, bizden kat be kat üstün ekonomileri var ve bu antik medeniyetlerden çok daha kuvvetliler” demeye devam ediyor, Müslümanların bu ülkelere karşı hala bir şansı olmadığını ve içinde bulundukları acziyetten kurtulmalarının kısa ve orta vadede olası görünmediğini düşünüyordum.

Tam bu esnada Çin’de yayılmaya başlayan bir virüsün haberleri dünyayı sarsmaya başladı. ABD ile birlikte iki süper güçten biri sayılabilecek Çin’i aciz bırakan bu virüs, kısa bir süre sonra diğer ülkelere yayılmış ve bulaştığı yerleri adete felç etmişti. Bu yazıyı yazdığım esnada salgın tüm hızıyla yayılmaya devam ediyor ve uğradığı ülkelerde ekonomiden sosyal yaşama hayatın tüm alanlarını sarsıcı bir şekilde etkiliyordu. Bu virüsün Allah’ın x ülkesine veya y toplumuna bir azabı olduğunu iddia etmenin ve tartışmanın, bunun bilgisinin sadece Allah katında olduğu ve bize vahiy veya ilham aracılığıyla bildirilmediği sürece insanların cevaplandıramayacağı bir konu olduğu için, gereksiz olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla olayın bu boyutunu es geçiyor ve Corona virüsünün ortaya çıkmasıyla yaşananların benim için ne ifade ettiği, bana nasıl bir ders verdiği hususuna değinmek istiyorum.

Corona salgınının bana verdiği en önemli ders, Allah’ın istediği zaman bir kavmi, hatta tüm insanlığı ne kadar kolay bir şekilde ortadan kaldırabileceği hususu oldu. Allah bu virüsü ebola virüsü kadar öldürücü bir virüs de yapabilir veya başımıza herhangi başka türden bir afette salabilirdi. Elbette Allah’ın sonsuz ve sınırsız kudretine inanıyor ve O’nun her şeye kadir olduğuna iman ediyorduk fakat belki iman eksikliğinden belki de şeytanın oyununa fazlasıyla gelmemizden ötürü tam kalbimizle mutmain olamıyorduk. Bunun yanı sıra yanıldığımız bir başka nokta ise, biz Müslümanlara düşmanlık ve zulmeden insanların sadece Müslümanların eliyle durdurulacağını düşünüyor ve Hz. Nuh’tan başlayarak Hz. Musa’ya kadar anlatılan kıssalarda insanlara gelen azabın bizzat Allah tarafından gönderildiğini unutuyorduk. Nuh kavmini Hz. Nuh ve ona indirilen dine inananlar değil, bizzat Allah’ın gönderdiği azap ortadan kaldırmıştı. Benzer durumlar Ad ve Semud kavmi için de geçerliydi. Yani Müslümanların düşmanlarına kıyasla aciz ve kuvvetsiz olması, Allah’ın istediği zaman Allah düşmanlarını ortadan kaldırabileceği gerçeğiyle tezat oluşturmuyordu. Nitekim yukarıda bahsettiğimiz kıssaların ekseriyetinde, Allah’a inanan dindarlar gönderildikleri toplumlarda azınlıktaydı ve güçsüz kimselerdi.

Sözün özü (en başta kendime), biz Müslümanlara düşen Allah’a şartsız şekilsiz iman etmek ve onun indirdiği kitaba ve yolladığı Peygamberlerin emirlerine uygun bir hayat sürmeye çabalamaktır. Eğer biz bunu başarabilirsek, Müslümanların karşısında ne nükleer silahlar ne milyar dolarlık en yüksek seviye teknolojik silah sistemleri, ne tüm dünyayı sarmalamış medyaları ve lobileri ne de herhangi aklımıza gelmeyen burada sayamadığımız başka türden dünyevi bir kuvvetleri başarılı olabilir. Elbette bunların hiçbiri, biz Müslümanların seviyelerini yükseltmesi, askeri, ekonomik anlamda daha ileri bir noktaya gelmek için elimizden geldiği kadarıyla, Allah’ın bize verdiği zihinsel ve fiziksel yetenekleri kullanarak, çabalamamız gerektiği gerçeğini değiştirmiyor. Mehmet Akif’in “tevekkelna deyip yattık da kaldık böyle en aciz” sözüne muhatap olmaktan kaçınarak ve İslam’a uygun bir tevekkül anlayışını benimseyerek Allah’ın sünnetullahına uygun işler yapmak için canla başla çalışmaya devam etmeliyiz. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz sözüne hakkını vererek idrak ve iman etmeli ve bir Müslüman olarak hiçbir zaman bedbinlik tuzağına düşmemeliyiz.

 

Birtakım insanlar onlara, “İnsanlar size karşı asker toplamışlar, onlardan korkun” dediler de bu, onların imanlarını arttırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” diye cevap verdiler.

(Ali İmran 173)

 

Posted by ayhansari on Mar 14th 2020 | Filed in Uncategorized | Comments (0)

Bir Garip Varlık: İnsan

 

 

Can Yüceydi, ten aşağılık… aşağılık toprakla tertemiz can birleşti.

Yüceyle aşağı birbirine dost olunca, insan sırlardan meydana gelmiş şaşılacak bir şey oldu.”

            Feridüddin Attar / Mantıku-t Tayr

 

Karamazov Kardeşleri okurken üç kardeş arasından belki de en fazla rahatsız olmam gereken karakter İvan olmasına rağmen, Mitya’yı daha fazla garipsemiş, davranışlarını bir türlü anlamlandıramamıştım. Daha doğrusu galiba bu karakteri biraz gerçek dışı bulmuş, Dostoyevski’ye bu “yapaylığı” yakıştıramamıştım. Hikâyenin bizi ilgilendiren kısmı özetle şuydu: Mitya ihtiraslı bir şekilde sevdiği Gruşenka’nın ona yâr olmayacağını, birlikte mutlu bir hayat yaşayamayacaklarını ve hatta aksine bu kadının hayatını mahvedeceğini bilmesine rağmen bu aşkta ısrar etmiş ve kendi elleriyle hazin sonunu hazırlamıştı. İşin ilginç tarafı, her ne kadar davranışları tahmin edilemez bir karakter gibi gözükse de Mitya, Gruşenka’ya olan aşkının mutlu sonla bitmeyeceğine ve hüsrana uğrayacağının bilincindeydi. Mitya karakterinden rahatsız olmama sebep olan, bu bile bile lades durumuydu. Basit bir mantıkla, “madem bu aşkın kendisine zarar vereceğini biliyor, neden hala bu kadında ısrar ediyor” diyordum kendi kendime.

Aradan bir yıldan fazla bir süre geçtikten sonra, şimdi ismini hatırlayamadığım ve videosunu bulamadığım eski bir Fransızca şarkıya denk geldim. Hatırlayabildiğim ve en çarpıcı bölümü mealen şöyle bir şeydi: “Seni seviyorum ve bu aşk beni mahvedecek.” Âşık olan kişinin irade veya akıl, herhangi bir oto-kontrol mekanizmasıyla rasyonel bir şekilde kendisini durdurması ve sevmeme opsiyonunu seçme gibi bir olasılığı yoktu. Kendi kontrolü dışında gelişen bu olay sonucunda, tıpkı Mitya gibi, hüsrana uğrayacağını biliyordu. Bu şarkıyı da dinledikten sonra Mitya’yı biraz anlamaya, irade, akıl, rasyonalite ile açıklaması zor, daha gizemli bir şeyin olduğunu düşünmeye başlamıştım.

Aradan yine bir sene gibi bir vakit geçtikten sonra Mozart’ın Don Giovanni isimli operasına gitmiş ve final sahnesinin fazlasıyla etkisinde kalmıştım. İlk izlenimim, son pişmanlığın fayda vermeyeceğinin kusursuz ve olabilecek en etkili bir şekilde işlendiği yönündeydi. Belki birçok hocanın vaazından daha güçlü bir şekilde Mozart bize ölümden öte köy olmadığını ve insanın dünyada işlediği suçların cezasını ahirette çekeceğini anlatıyordu. Tabii ki bunun bir istisnası vardı, o da hala hayattayken o ana kadar işlenen günahlardan ötürü samimi bir şekilde tövbe etmek ve günahlarını tekrarlamamaktı. Final sahnesinin en çarpıcı bölümü tövbe konusunun işlendiği bölümdü. Diğer dünyadan gelen ve Don Giovanni’nin ölümüne sebep olduğu hayalet, Don Giovanni’nin elini sert bir şekilde sıkarak onu “tövbe” etmeye davet ediyordu. Don Giovanni ise ısrarla hayır cevabını veriyor ve sonunda kesin bir şekilde tövbe etmeyeceğine ikna ediyordu hayaleti.

Don Giovanni’nin neden böyle hareket ettiğini, şeytanın ve onun yoldan çıkarttığı insanların en büyük ortak özelliğiyle, yani kibirle açıklamak elbette mümkündü. Fakat olayın bu kadar basit olduğunu düşünmüyordum. Eğer Don Giovanni sadece kibrinden dolayı günah işlemeye devam ediyorsa, peki kibirden çok uzak, gerçek manada Allah’tan korkan ve ahiret azabından çekinen insanlar neden bazı günahlarında ısrar ediyordu? Bu sorunun cevabını belki kesin olarak hiçbir zaman bulamayacak olsak da en azından sorunun hakkını vermek için daha derinlemesine incelememiz gerektiği kanaatindeydim. Don Giovanni’nin tövbe etmemesinin tek sebebi kibir değil, aynı zamanda “tövbe edememesiydi.” Belki kendisi de tövbe etmek, içinde bulunduğu günahlarla örülmüş hayattan kurtulup doğru olana yönelmek istiyor, fakat bunu bir türlü başaramıyordu. Üstüne üstelik, bir de daha iyiye yönelememenin, doğru yol üzerinde bir türlü karar kılamamanın yarattığı pişmanlığın ve suçluluk psikolojisinin altında eziliyordu. İşlediği her günahta, yanlış yöne doğru attığı her adımda bu kısır döngü daha da beter bir hale geliyordu. Uzun lafın kısası, bir kadını sevmek veya doğru ile yanlış arasında bir seçim yapmak, insanın kendi aklına, vicdanına ve rasyonel çıkarlarına göre karar verebildiği bir şey değildi. Mitya ile Don Giovanni’nin, daha doğrusu bence tüm insanlığın ortak özelliği ve Feridüddin Attar’ın bahsettiği sır tam olarak buydu. Daha derinlerde, tam olarak anlayamadığımız, kavramakta zorluk çektiğimiz, belki hissedebildiğimiz fakat başkalarına net olarak aktaramadığımız garip bir şey vardı. Bu Sabahattin Ali’nin iddia ettiği gibi, içimizdeki şeytanla açıklanabilecek kadar basit bir şey değildi. Tam bu düşünceler ile meşgulken, başımdan şu ilginç olay geçmişti.

Bir gün Berlin’deki okulumun yemekhanesinde oturmuş, telefonumdaki uygulama üzerinden Kur’an meali okuyordum. Bir ayette Allah cehennem azabını anlatıyor ve yanlış yolu seçen kulların nasıl bir akıbetle karşılaşacağı hususunda uyarıda bulunuyordu. Sureyi ise çok kısa ve net olarak, “sizi uyardık” şeklinde bitiriyordu. Uyarının bu kadar açık ve keskin, herhangi bir yoruma veya bahaneye kapalı olması beni ürkütmüştü. Genel olarak ölüm, mahşer, hesap günü gibi metafiziki kavramlar, insanın ciddiyetini tam olarak kavramaktan aciz kaldığı, soyut kelimeler olmaktan ibaretti. Nasıl ki korku filmi izlerken müthiş derecede korksak bile, en nihayetinde bunun bir film olduğunu bilmemiz ve kendi başımıza böyle bir şeyin gelmeyeceğine inandığımız için filmin bize olan etkisi yavaşça kayboluyorsa, ahiret ve ölüm sonrası hayat ile ilgili düşüncelerimiz de benzer bir şekilde bir türlü somutlaşmıyor, hayal aleminin bir parçası olmanın ötesine geçemiyordu. Fakat o anda, ayeti okurken, ahireti ve ölümü, hesap gününü belki de hiç olmadığı kadar gerçek bir şekilde hissetmiş ve korkmuştum. Bir an kendimi mahşerde, hesap gününde terazinin karşısında ilahi adaletin kararını bekleyen ve gelecek sonuç ile birlikte ya hayal bile edilemeyecek bir mutluluğa erişecek, ya da tarifi imkânsız eşi benzeri olmayan bir azaba maruz kalacak biri olarak hayal etmiştim. Eğer yargılamanın sonucu aleyhime gerçekleşirse hiçbir bahanem olmayacaktı, çünkü “beni uyarmıştı” ve bu uyarı yoruma kapalıydı. Allah’tan korkmanın imanın bir göstergesi olması sebebiyle, belki de o anda bireysel anlamda imanın zirvesine çıkmıştım.

Tam bu ürperme ile düşünmeye başlamış, dalmış bir şekilde kafamı pencereye çevirmiştim ki, uzaklara odaklanmış ve yakını idrak edemeyen gözlerim yavaşça iki üç metre ötemdeki bir gruba odaklandı. İçlerinden 1.75 boylarında, altın rengi saçlara ve güzel bir yüze sahip, düzgün fizikli bir kadın ilgimi çekti ve onu hayranlıkla seyretmeye başladım. Ayetlerin akabinde gelen farkındalık ve ürperme, camın dışındaki kadını fark edişim ve onu hayranlıkla seyre dalmam takriben 10-15 saniyelik bir zaman diliminde gerçekleşmişti. Bu kadar kısa bir sürede, belki o anda 29 yıllık yaşantımın iman açısından en zirve seviyelerinden birine çıkmışken, iki üç saniye sonrasında şeytanın basit bir oyununa gelmiş ve hesap günü, cennet/cehennem hepsini unutmuş, o sarışın kadının güzelliğini dalmıştım. Başımdan geçen olayın iki açıklaması olabilirdi ya bende kişisel bir sıkıntı ya da insanın doğasından kaynaklanan insana özgü bir gizem, gariplik vardı.

Belki Mitya’nın hikayesini bilmesem, o Fransızca şarkıyı dinlemesem ve Don Giovanni’nin trajedisini izlemesem, garipliğin kendimle sınırlı olduğu kanısına varıp konunun üstünü kapatabilirdim. Konuyu kapatamadığım ve insandaki bu gizemi anlamaya çalıştığım için, başa dönüp insanların atasının hikayesine odaklanmıştım. Hz. Âdem cennet nimetlerinin içerisinde, meleklerin bile secde ettiği bir varlık olarak eşiyle mutlu mesut yaşamaktayken, bizzat Allah’ın uyarmasına ve o ağacın meyvesinden yeme demesine rağmen o meyveyi neden yemişti? Hz. Adem’i bu günaha işlemeye iten gerçekten Şeytan’ın kendisi mi, yoksa şeytana uymaya meyilli doğası/fıtratı, yani insana mahsus bir özellik miydi? Bu durumda insanın günah işlemesi kaçınılmaz mıydı? Diyelim ki, insan içinde bulunduğu durumun farkına varmaktan, ölüm sonrası hayatın ve o hayatta maruz kalabileceği azabın ciddiyetini kavramaktan aciz ve bu sebeple günahın kaçınılmazlığından ziyade kendi bilgisizliğinden ötürü günah işlemekteydi. Peki hayatı boyunca günah işlemiş bir kimse günahkâr bir şekilde ölse, cehennemlik olsa ve tam cehenneme atılacakken son bir şans verilip tekrar dünyaya gönderilse, orada eski hatalarından dönmüş ve tertemiz bir hayat mı yaşar, yoksa tekrar günaha mı sapardı? Enam Suresi 28. Ayete göre cevap şu şekildeydi: “Eğer çevrilselerdi elbette kendilerine yasaklanan şeylere yine döneceklerdi. Şüphesiz onlar yalancıdırlar.” Birisi çıkıp bu insanların tamamen yoldan çıkmış yalancı kimseler olduğunu ve insanların genelini temsil etmediğini söyleyebilirdi. Fakat her ne kadar işledikleri günah ve dereceleri çok farklı olsa da (Hz. Âdem işlediği günah sonrası tövbe ettiği için daha üstün bir derecede) başlarına gelecek olanı görmelerine rağmen ufak veya büyük yine de günaha sapmış olmaları sebebiyle bu kimselerle Hz. Âdem arasında benzerlik vardı.

Hz. Âdem de cehennemi gördü mü bilinmez fakat cenneti görmüş, o alemde yaşama şansı bulmuş ve tüm güzelliklerini bizzat tecrübe etmişti. Bütün bunlar, somut deliller, Allah’ın bizzat uyarısı dahi onu günah işlemekten alı koyamamıştı. Buna ek olarak, Peygamber Efendimiz’in “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize günah işleyip peşinden tövbe eden bir kavim yaratırdı” hadisi de insanın kaçınılmaz olarak günah işlemeye mahkûm olduğunun başka bir ispatı niteliğindeydi. İnsanların kaçınılmaz olarak günah işleyeceği hususunun tek istisnası, Allah’ın günah işlemelerine izin vermediği seçilmiş kişiler, yani peygamberlerdi. Çoğumuzun bildiği, filmlere konu olan Hz. Yusuf’un Züleyha ile olan hikayesinde bu durumun bir örneği görmek mümkündü. Yusuf suresi 24. Ayette bu durum şöyle anlatılır: “Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin işaret ve ikazını görmeseydi o da kadına meyletmişti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delilimizi gösterdik). Şüphesiz o ihlaslı kullarımızdandı.” Görüldüğü gibi Hz. Yusuf’un Züleyha’dan uzaklaşması ve zina günahına girmemesi yalnız onun irade kuvvetiyle değil, aynı zamanda Allah’ın yardımıyla gerçekleşmişti. Allah’ın bu yardımı olmasa, belki o da diğer insanlar gibi, doğasında/fıtratında bulunan günah işlemeye meyilli özellikler sebebiyle doğru yoldan sapacaktı.

Mitya’nın, hayatını mahvedeceğini bilmesine rağmen bir kadını sevmesi ve onda ısrar etmesi veya Don Giovanni’nin tövbe etmek yerine cehenneme gitmeyi seçmesi ile insanın kaçınılmaz bir şekilde günah işlemeye mahkûm olmasının ortak özelliği, bunların hiçbirinde insanın iradesinin, aklının ve mantığının başrolü oynamıyor oluşuydu. Mitya nasıl Gruşenka’yı sevmeye mecburduysa, Hz. Âdem de o ağacın meyvesinden yemeye mecburdu. Aksi yönde bir karar vermeye aklı ve mantığı onlara salık veriyor olabilirdi fakat bu kararları uygulamaya koyacak bir bünyeye, vücuda, yapıya sahip değillerdi. Feridüddin Attar’ın bahsettiği sır işte buydu: Hem güzeli hem de çirkini aynı bünyede barındırabilen garip bir varlıktı insan, tıpkı  Shakespeare’in Hamlet’te anlattığı gibi:

“Nasıl bir şaheser şu insan! Ne kadar soylu akıldan yana, melekeleri ne kadar sınırsız; endamıyla, hareketiyle ne kadar kusursuz ve göz alıcı; davranışlarında bir melek sanki, kavrayışında nerdeyse bir tanrı: En güzel yaratığı dünyanın, canlıların üstün örneği! Oysa, benim için tek bir toz zerresi.”

Her ne kadar kibirlensek, her şeyi elinde tutan, kendine ve hayatına hâkim, müthiş derecede akıllı ve bir o kadar da rasyonel bir varlık olarak görsek de kendimizi, en nihayetinde hepimiz ufak bir sandalın içinde, metrelerce derinlikte ve kilometrelerce genişlikte bir okyanusun en ücra köşesinde akıntıya kapılmış, suyun üstünde kalabilmek için çırpınan insanlardan ibaretiz. Yüce bir can (ruh) ile aşağılık bir tenden (beden) meydana gelme bir varlığız.

Bu görüşlerimle amacım insanın yaptığı kötü işleri meşru göstermek, “kadercilik” ağına düşüp bize bunları haşa Allah yaptırıyor, o dilese hepimiz doğru yolu bulurduk diyerekten sorumluluktan kaçmak değil. Yegâne gayem, başta kendim olmak üzere, insanların tavırlarına ve eylemlerine bir anlam verebilmek. Anlaşılan, en azından benim anladığım o ki, insan aklıyla ve mükemmel bir rasyonellik içinde keskin fayda-zarar hesabı yapıp kendi varlığı için en doğru ihtimali bulan ve onda ısrar edebilen bir yapıya sahip değil. İnsan, yaratılışından, doğasından/fıtratından kaynaklanan, hem güzele hem çirkine hem doğruya hem yanlışa hem helale hem günaha meyledebilen, ikili, yüce ve aşağılık hisleri aynı anda tek bünyede barındırabilen bir yapıya sahip. Bu sebeple, insan kendisinin farkına varmalı ve melek ya da peygamber olmadığı ve Allah’ın yardımı olmadan bir hiç, bu ummanda, fani dünyada kaybolup yitme tehlikesiyle baş başa olan bir varlık olduğu gerçeğiyle yüzleşmelidir. Bunun yanı sıra, başka insanlar ile ilişki kurarken de beylik laflar edip sanki dünyanın en akıllı ve ahlaklı insanı kendisiymiş de karşısındaki insan yaptığı işin veya verdiği kararın ne demek olduğunu bilmiyormuş gibi ona ders vermeye çalışmak ve ucuz ahlakçılık taslamak yerine, basit yargılarda bulunmaktan kaçınıp, insanların bu sırrı üzerine tefekkür etmeli ve karşısındaki insanı anlamaya çalışmalıdır.

Hayr u şer her ne ki işlerse kişi kendinedir

Kimseyi hor göremez bilse kişi kendi nedir

Posted by ayhansari on Dec 13th 2019 | Filed in Uncategorized | Comments (0)

The Elephant Man & Martin Eden

Bir kafede güzel bir kızla oturmuş çay içiyor, onu benimle olan münasebetini derinleştirmesi için ikna etmeye çalışıyordum. Ucuz numaralara başvurduğum yoktu, o anda aklımdan ve gönlümden ne geçiyorsa onu  anlatıyordum sadece. Bu şekilde konuşmaya devam ederken her nasıl olduysa konu benim iyi futbol oynadığıma geldi. Kız birden bire, iltifat olsun diye mi, yoksa öylece aklına geldiği için mi artık her neyse, benim iyi futbolcu olduğumu duyduğunu söyledi. O anda, bu tarz şeylere önem vermediğimi göstermek için konuyu hızlıca geçiştirmeme rağmen, yine de hafiften gururlanmış, içten içe sevinmiştim. Bir süre sonra muhabbetimiz bitti ve aramız düzeltmiş bir şekilde masadan kalkıp dışarı çıkmak üzere hareketlendik. Tam ayrılmamıza yakın, şimdi burada anlatamayacağım bir şekilde, kızın söylediği bir sözden, benim onun arkadaşları arasında revaçta olan biri olduğumu anladım. Bunun üzerine, kızın biraz önce benim futbolculuğumu övdüğünü de hatırlamış ve içime bir sıkıntı düşmüştü. Kızın yanından ayrılınca sıkıntımın sebebini araştırmaya başladım. Kızla herhangi bir sorun yaşamamış, aksine, beklemediğimin de ötesinde iyi bir görüşme geçirmiştim. Kızın hal ve hareketlerinden, söylediği sözlerden benden hoşlandığı, etkilendiği kanaatine de varmıştım, ama içimdeki sıkıntı olduğu yere kazık atmış, kök salmıştı bir kere.

 

Bir süre sonra bu buluşmadan iki üç hafta önce okuduğum Martin Eden romanı geldi aklıma. Martin Eden’i intihara kadar sürükleyen sıkıntılar silsilesinin başlangıcını hatırladım. İçimdeki sıkıntının sebebinin kitapta geçen mesele ile benzer olduğunu fark ettim. Konu şuydu, Martin Eden aylarca farklı türlerde yazılar yazmış, bunları yayınlatıp karşılığında ücret almak için de birçok dergiye, yayın evine yollamıştı eserlerini. Yolladığı taslaklar kabul edilmiyor ve üstüne üstelik ne çevresi, ne sevdiği kız, ne de bir başkası ona inanıyor ve yazdıklarına önem veriyordu. Daha da kötüsü, bu eserleri üretebilmek için çalışmayı bırakmış, tüm zamanını ve zaten kısıtlı olan birikimini bu uğurda harcamıştı. Artık öyle bir noktaya gelmişti ki yiyecek sıkıntısı çekmeye başlamış, zayıflamış ve fiziksel olarak çökmeye başlamıştı. Bu süreçte kimse, sevdiği kız dahil, ona yardımcı olmamış ve ona “boş işlerle uğraşan sıradan bir insan” muamelesi yapmışlardı. Martin Eden’in tam ümitleri tükenmeye başladığı bir anda, son yolladığı taslak kabul edilmiş ve bundan sonrasında da mucizevi bir şekilde diğer eserleri de teklif almaya başlamıştı. Sonuç olarak, kısa bir sürede ülkedeki en önemli yazarlardan biri haline gelmişti. Ünlü bir yazar olduktan, iyi bir kazanç elde etmeye başladıktan sonra ise herkes ona ilgi göstermeye, yemeklere çağırmaya başlamış, hatta sevdiği kız bile yeniden görüşme isteğinde olduğunu bildirmişti.

 

İşte tam burada, mutlu mesut bir “the end” beklediğimiz bir esnada olaylar beklenenin aksine bir istikamete doğru meylediyordu. Martin Eden kendine şu soruyu sormadan duramıyor, uyuyamıyor, hayattan zevk alamıyordu: “Ben bu eserleri, şimdi beni paraya boğan, ülkenin en ünlü yazarlarından biri yapan eserleri, o en sefil halimde, açlıkla boğuşurken, buhranlar içinde küçücük odamda debelenirken yazdım ve hiç kimse bana inanmadı. Açlıktan kıvranırken beni yemeklere çağırmadınız, adam yerine koymadınız, güvenmediniz. Şimdi ne oldu da bana bu ilgi alaka ve saygı gösteriyorsunuz. Ünlü olmam, cebimde paramın olması dışında neyim değişti?” Martin Eden kısaca şunu fark etmişti, ona gösterilen ihtimam, ilgi alaka şahsiyetine değil, ünlü bir yazar olmasına, zenginliğine dayanıyordu. O son yolladığı eser de kabul edilmese belki helak olacak ve adı sanı duyulmayan, ardında hiçbir şey bırakamamış bir hayal kırıklığı olarak göçüp gidecekti.

 

Konunun benimle alakasına geri dönmemiz gerekirse ve gerçeği söylemek gerekirse (yanlış anlaşılmasın, zaten hep gerçekleri yazıyorum, ama cümleyi sürdürebilmek için bu kalıbı kullanmam gerekti) 20’li yaşların başlarında böyle şeyleri pek takmaz, hatta lisede yaptığımız spor müsabakalarında seyirci kızlara ne kadar iyi futbol oynadığımı göstermekten kaçınmaz, boyumla posumla, elde olan zekamla insanları etkilemeye çalışır ve bunlardan gocunmazdım. Hayatımda ilk defa o gün bu özelliklerimle övünmenin ne kadar boş bir şey olduğunu idrak ettim. Artık Martin Eden’i okumuş, adamın ne kadar haklı olduğunu görmüştüm. Kız, o sözleri söyledikten sonra hep şunu düşündüm, acaba kızın bana olan ilgisi iyi futbolcu, arkadaşlarının takdirini kazanmış ve onun çevresi tarafından beğenilen, “popüler” biri olmamdan mı kaynaklanıyordu? Böyle bir durumda o, benim ona açmak istediğim ruhumu ve samimiyetimi istemekten ziyade, iyi bir “parçayı” etkilemeyi başarıp kendi egosunu tatmin etmeye çalışıyor olabilirdi. Acaba iyi futbol oynamasam, arkadaşlarından beni beğenenler olmasa, yine benimle olan münasebetini sürdürür, beni adam yerine koyar mıydı? Boyum on santim daha kısa, düz bir burun yerine kemerli bir burnum olsa, göbekli, belki de biraz kel olsam, ama ruh aynı ruh, kalp aynı kalp, düşünceler aynı saflıkta olsa, yine ilgi gösterir miydi bana?

 

Bu düşüncelerin üstü kapanmasından bir zaman sonra, The Elephant Man filmine denk geldim. Gerçek bir hikayeye dayanan bu filmde Elephant Man lakaplı kişi doğuştan vücudu deforme olmuş, çevresi tarafından “yaratık” olarak algılanan, sirklerde para karşılığı insanlara sergilenen garip bir varlık. Bir doktorun onu keşfetmesi ve onunla konuşup ilgi göstermesi üzerine, Elephant Man’in görüntüsüyle tezat bir şekilde ince bir ruha ve temiz bir kalbe sahip olduğu anlaşılıyor. Film boyunca şu soruyu soruyor insan kendine (ben sordum en azından) bir dostu, bir sevgiliyi hatta eşi insan neye göre seçer? İlk olarak neye bakar, ne arar? Zenginlik mi, ihtişam mı, güzellik/yakışıklılık mı, zeka mı; yoksa dürüstlük mü, insanlık mı, vicdan mı, alçakgönüllülük mü, yardımseverlik, samimiyet mi? Mesela biri zengin ve güzel, diğeri yoksul ama fesat olmayan bir kalbe sahipse hangisine meylederiz? Kısaca aradığımız, olmazsa olmazımız şahsiyet mi, yoksa bir takım maddi ve fiziksel özellikler mi?

 

Eskiden nasıldı bilmem ama günümüzde şahsiyetin pek de önemli olmadığı, belki çoğu kişinin bu kelimenin anlamını bile bilmediği ortada. Boyu posu, beden ölçüleri, arabasının modeli, sosyal medyadaki takipçi sayısı, bir yılda kaç farklı ülke gezdiği, hangi marka kıyafetler giyip modayı ne kadar yakından takip ettiği öncelikle aranan özellikler arasında. Ne kadar yapay, gösteriş üzerine, insanların yüzüne baka baka aldatma biçimi varsa hepsi revaçta. Mesela bir kız dar bir taytla veya mini bir etekle, kolunda marka çantası, elinde arabasının anahtarı ile bir erkeği etkilerken, karşısındaki erkeğin niçin ona meylettiğini sorgulamak ihtiyacı hissetmiyor. Burada bu tarz giyinen insanları, onlar zaten öyle-böyle vb. sınıflandırmalara sokmak istemiyorum. Amacım kimin ne kadar doğru, toplumsal kurallara uygun giyinip giyinmediğini araştırmak, eleştirmek değil. Bu şekilde giyinenler belki rahat ettikleri, sırf hoşlarına gittikleri için bu şekilde takılıyor da olabilirler (ben bu kategoriye giren insanların ciddi manada azınlıkta olduğunu düşünüyorum o ayrı). Yalnız biraz zekası ve kendisine saygısı olan biri, bu tarz, cinselliğini ve maddiyatı ön plana çıkartacak biçimde giyindiği ve hareket ettiği zaman, karşı cinsin ona bizzat bu cinsel ve maddi öğeler sebebiyle yaklaşma ihtimalinin çok yüksek olduğunu anlamalı, en azından bu konuda şüphe duymalı. Söylediklerimin hepsi tersinden erkekler için de geçerli tabii ki. Cinsiyetin hiçbir önemi yok bu konuda, her şey insanların hangi özelliğini, maddi mi manevi mi, ön plana çıkartmasıyla ilgili. Ayrıca bu söylediklerim elbette sadece gerçek sevgiyi arayanlar için geçerli, yoksa amacı zaten kısa süreli, karşılıklı fayda edinme üzerine bina edilmiş “aşklar” peşinde olanlar, egosunu bu şekilde tatmin etmeyi başaranlar için yukarıdaki her şey lafügüzaf olarak kabul edilebilir.

 

Herkeste bulunabilecek, en adi insanların dahi sahip olabileceği bir takım özellikler vasıtasıyla; pahalı bir arabaya binerken, marka kıyafetler içerisinde uzun bir boy, güzel gözler, özenle şekillendirilmiş saçlara sahipken, bir kız gelip bana senden hoşlanıyorum dese veya insanlar beni ciddiye alıp adam yerine koyup saygı gösterse, “niçin” sorusunu sormadan ve bu soruya adamakıllı bir cevap bulmadan ne o kızın sevgisine inanır, ne de diğer insanların samimiyetine güvenirim. Belki gerçekten o kızın sevgisini, insanların saygısını hak etmiş olabilirim, ancak diğer maddi özellikler orada durduğu sürece bunlardan hiçbir zaman kesin olarak emin olamam. Bu benim aşırı şüpheci, “hasta” biri olmam sebebiyle değil, içinde yaşadığımız dünyanın şahsiyetten çok paraya, masumiyetten çok güce, sahicilikten çok kaypaklığa ehemmiyet vermesinden. Pahalı arabadan inen insana yoksul bir kişiye oranla daha fazla saygı gösterildiği; mini etek giyen kızın, bacaklarını örtene oranla yüz katı daha fazla ilgi gördüğü; eserleri basılmamış Martin Eden’e boş insan muamelesi yapılıp açlığa terkedildiği; ruhu pak Elephant Man’in canavar olarak sirklerde insanlara para karşılığı sergilendiği bir dünyada isterseniz ve başarabiliyorsanız, siz kendinizi kandırmaya, gösteriş, sahtelik üzerine bina edilmiş hayatlarınızdan ve aşklarınızdan hiç rahatsızlık duymadan, gece uykularınızdan olmadan, kişiliğinizi çöpe atıp kendinizi maddi varlıkların kollarına bırakarak yaşamaya devam edin.

Posted by ayhansari on Oct 14th 2017 | Filed in Uncategorized | Comments (0)

İnce Memed ve Devlet

 

Yaşar Kemal’in İnce Memed serisini okumaya başladığımda henüz üniversitenin birinci sınıfındaydım. Serinin son kitabını aradan 7 yıl geçtikten sonra, doktoraya başladığım zaman bitirebildim. Bu geçen süre zarfında kitabın anlattığı ve yücelttiği unsurlara olan bakış açım da değişmiş, olayları farklı bir şekilde değerlendirir olmuştum. Kitabı ilk okumaya başladığımda, zulme karşı direnen, köylünün, yolsuzun yanında olan, ağalara kök söktüren İnce Memed’i fazlasıyla sevmiş, bir ağa, yetmez bir ağa daha öldür Memed diyerekten heyecanlı bir şekilde oturduğum yerde Memed’i desteklemiştim. Eğer devlet halkına adalet sağlayamıyorsa halktan birilerinin çıkıp bu adaletsizliğe dur demesi gayet doğaldı benim için. Zaten asker de öldürmüyor, onlarla kendini kurtaracak kadar çatışıyordu. Devlet, ağalara, beylere haksız bir şekilde toprak dağıtıyor, onların köylüye yaptığı zulmü durdurmak bir yana, bir de önlerini açıyordu. Balkan Savaşları ile başlayan, Birinci Dünya Savaşı ile devam eden sonu gelmez, bitip tükenmez acılara bir de bu ağaların zulmü ekleniyordu. Köylünün beli artık bir santim daha gidemeyecek kadar bükülmüş, kapandığı yerden doğrulması neredeyse imkansız hale gelmişti. Bu şartlar altında bir delikanlı çıkmış, gözünü karartmış, ortada ağa falan koymuyor, kırıp geçiyordu.

 

İnce Memed’in bu kadar kahramanlıklar yapmasına fazla gerek yoktu aslında. Garip bir milet olarak biz hem imparatorluğumuzla, büyük devletliğimizle övünür (?), hem de bu devlete ve parçalarına kafa tutan eşkiyaları, Köroğlu’ları, Hekimoğlu’ları, bunlar hakkında türküler yakan Dadaloğlu’ları ve bilimum tüm halk destanlarını da her halükarda sever ve destekleriz. İnce Mehmed’in kahramanlaştırılması için tüm şartlar hazırdır yani. Doğru yerde ve tam zamanında ortaya çıkması yeterlidir. Bu çelişkili durum, hem devleti sever hem de eşkiyayı destekler gözüken halk profili, biraz sonra anlatacağım ilk soru işaretlerinden birinin ortaya çıkmasına sebep oldu bende.

 

Benim gibi muhafazakar bir çevrede yetişmiş insanların gözünde Osmanlı Devleti çok yücedir, kusursuza yakındır. Padişahlar halife, askerlerin hepsi Allah yoluna canlarını hiç düşünmeden feda eden neferler, alimleri evliya, halkı İslam’a yakışır bir müslümanlığa sahip, takva ehli insanlardır. Arada çürük yumurtalar çıkmış, lale devrinde biraz şımarmış, yeniçeriler biraz paracı olmuş, disiplinden uzaklaşmıştır vs. fakat asıl yapı, temel değişmez bir biçimde sapasağlam ayaktadır. Batılıların hileleri, düzenbazlıkları, üzerimize oynadıkları oyunlarla biçare parçalanmış, imparatorluğumuzdan olmuşuzdur. Ortalama bir tarih bilgisi sizi bu bilince çıkartır ve orada yolunuza devam etmenizi sağlar. Altını üstünü fazla karıştırmaz, olur da farklı bilgiler gelirse görmezden gelirsiniz. Eleştirenleri, farklı yorumlar yapanları, o zaten kemalistti, bu adam yahudi asıllı, bu yazar batının uşağı vb. suçlamalarla geçiştirir, bulunduğunuz konforlu bilgi ve inanç kümesini terketmezsiniz. Ben de ilk başlarda bu güruha uymuş, çoğu itirazı kendime yedirememiş, ceddimi korumuş  ve bilinçaltıma fazla zarar vermeden aykırı seslerin zihnimde yankılanmasının önüne geçmiştim.

 

Bu döngüden çıkmama, farklı düşünmeme yol açan, bildiğim tabuları yıkan bilgiler tarih kitaplarından, dergilerden değil, hiç beklemediğim bir yerden, edebiyattan geldi. Şimdi size bir gencin fikir dünyasının nasıl değiştiğini ana hatlarıyla anlatacağım. İlk vurgunu, Osmanlı’nın son döneminde önde gelen İslamcı yazarlar tarafından çıkarılmaya başlanan Sebilürreşad Dergisi’nde okuduğum bazı yazılardan yedim. Bu dergiyle ilgili aklımda kalan en önemli şey, Osmanlı’nın son döneminde yaşanan İslam’da büyük sıkıntılar olduğula ilgiliydi. Yazarlar öncelikle yaşanan yozlaşmayı tespit etmeye ve sonrasında da çözümler sunmaya çalışıyorlardı. Tam bu dönemde Mehmet Akif’in “Müslümanlık Nerede, Bizden Geçmiş İnsanlık Bile” dizelerine denk geldim. Burada önemli olan nokta Müslümanların eleştirilmesi değildi. Asıl çarpıcı olan, benim daha önce bilmediğim ve bize öğretilmemiş, dönemin önde gelen İslamcı yazarlarının bu tarz çok sert eleştirel yazılarının oluşuydu. Tamam kemalistler zaten Padişah düşmanı, müslüman karşıtıydı, tarihçilerin çoğu yine bu kemalist eğitimden geçmiş, veya batı özentisi lümpen kişilerdi. Kısacası bunların dediklerine itimat edilmezdi. Peki Müslümanlığı ile övündüğümüz, Safahat’ını gururla baş köşeye koyduğumuz, belli başlı şiirlerini bilmeyenleri ayıpladığımız Mehmet Akif Ersoy da mı İslam düşmanıydı da “Tevekkelna Deyip Yattık da Kaldık Böyle en Aciz” diyerekten Osmanlı’nın son yıllarında halkın bulunduğu miskinliği eleştirdi? Dediğim gibi, vurgunu yemiştim bir kere, surda gedik açılmıştı, durmuyordu, devamı gelmeye devam ediyordu.

 

İkinci saldırı Memed Arif Bey’in “Başımıza Gelenler” isimli kitabından geldi. Memed Arif Bey 93 Harbi’nde Ahmed Muhtar Paşa’nın özel katipliğini yapmış ve savaşı bizzat yaşamıştır. Aynı zamanda, 109 oyla TBMM’nin ikinci başkanı seçilmiş (aynı oylamada birinci başkan olarak 110 oyla Mustafa Kemal seçilmiştir) Celalettin Arif Bey’in de babasıdır. Kısacası “bizden” biri, İslami camiiada saygınlığı olan bir zaattır. Başımıza Gelenler kitabını okuyunca bir bulut daha kayboldu kafamın üstünde gezinen. Öncelikle dünyanın gıpta ettiği bir ordumuzun olmadığını, özellikle zabit seviyesinde büyük bir açık olduğunu, makamları elde edenlerin çoğunun oralara torpille geldiğini, işinin ehli olmayan insanlara koca bir imparatorluğun emanet edildiğini kavradım (istisnalar hariç tabii, yalnız sorun şu ki biz istisnaların iyiler değil, kötüler olduğunu zannediyorduk). Daha da önemlisi, tebaanın milliyetçi veya İslami duygularla vatanını savunan kimseler olmak bir yana, vatan denilince tahayyülerinde somut bir şey belirmediğini, hayatlarının kendi köyleri, kasabalarından ibaret olduğunu öğrendim. Meğerse asıl dertlerinin gelip işlerine karışan, çocuklarını, beylerini askere alan, vergilerle onları boğan Osmanlı olduğunu gördüm. İlk olarak o kitapta, asker kaçaklarının sayısının ne kadar fazla olduğu ve bu kaçakların Osmanlı için önemli bir sorun teşkil ettiği bilgisine nail oldum.

 

Bunların yanı sıra Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları üçlemesi, bu kitaplarda bir şekilde sürekli yer alan sahtekar hocalar, Bozkırda’ki Çekirdek kitabında halkın Osmanlı ile ilgili tutumu (“Osmanlı’da oyun bitmez” gibi) ve son olarak da İnce Memed’de halkın devlete olan bakışı tüm hayallerimi yıktı. Meğerse övündüğümüz, herkesin mutlu mesut bir şekilde vatan, millet, din aşkına yaşadığını, fedakarlıklar yaptığını zannettiğimiz Osmanlı, hiç de bildiğimiz şekilde değilmiş (bu kanıya sadece edebi eserler üzerinden ulaşmadım, sonrasında yaptığım tarih okumaları ile bu görüşüm pekişti). Düzgün giden üç beş şey dışında, bir avuç insan haricinde, toptan çürümüşüz de bize hala hikayeler anlatılıyormuş. Tam bu noktaya geldiğimde, her seferinde, ağzımın içinde dışarı çıkmak için bana yalvaran küfürlerin doluştuğunu hissediyorum. Ulan diyorum kendi kendime, bize kanser olduğumuzu söylemediniz de ne oldu (evet “hasta adam” benzetmesini kullanıyorum, batılıların bizim için söylediği “hasta adam” benzetmesini)? Osmanlı’yı yıkılmaktan mı kurtardınız? Cumhuriyeti mükemmel şekilde kurdunuz, makine gibi işledi de bizim mi haberimiz yok? Muhafazakar partiler iktidara gelip bizi eski özlenen altın çağa tekrar taşıdı da biz mi farkına varamadık henüz? Bu kadar nesli uyuttuğunuz yetmedi bir de yenilerini mi ekliyor, yalanlarla çevrelenmiş dünyanızın nüfusunu arttırıyorsunuz? Anlatın gerçekleri, Osman Bey zamanında, Sultan Mehmet zamanında neden yükseldiğimizi de anlatın tüm açıklığıyla, sonrasında neden çürüyüp yıkıldığımızı da anlatın. Ulu Hakan Abdülhamid’in neden en uzun tahtta kalan padişahlardan biri olmasına rağmen imparatorluğu kurtaramadığını da anlatın. Bilelim, öğrenelim ki hatalarımızdan ders çıkaralım. Atalarımızın düştükleri hatalara biz de düşmeyelim. Şartları, yeni ortaya çıkan gelişmeleri tarihimizden aldığımız tecrübeyle tahlil edip buna göre yol haritaları çıkaralım. Birini kaybettiysek, en azından onun çocuklarını, torunlarını kurtaralım. Yapay bilgilerden, içi boş inançlardan arınarak gerçeğe, gerçeğe ulaşamazsak bile en azından onun sınırlarına olabildiği kadar yaklaşalım. Bırakalım artık şu aptallığı, arkamızda bırakalım. Duymak istediğimiz, bizi rahatlatan hikayelere değil, ne kadar rahatsız ederse etsin gerçeklere sarılalım.

 

Yukarıda yazdıklarımdan anlaşılacağı üzere, kendi yaptığım okumalar sonucu vardığım sonuç şudur ki, Osmanlı’nın özellikle son dönemlerinde halk ile devlet arasında bize anlatılanın aksine sıkı bir gönül bağı bulunmamaktadır. Halkın devletten asıl beklentisi, kendi küçük köylerinde, hayatlarında rahatça yaşayabilmeleri ve devletin bu alana minimum seviyede müdahale etmesi, gerekirse hiç karışmamasıdır (vergiler, askere alımlar, iskanlar, göçebe toplulukların yerleşik hayata zorlanması devletin halkın yaşamına karışma biçimlerinden bazılarıdır). Bu hayata yapılan müdahaleler sonucunda da isyanlar, eşkiyalık gibi yöntemlerle cevap verilmeye çalışılmıştır. İsyan edenlere gösterilen sevgi, ağıtlar, destanlar, türküler halk ile devlet arasındaki münasebet biçimini en açık bir şekilde anlatan öğelerdir.

 

Buraya kadar yazdıklarımla anti-devletçi bir izlenim bırakmış olabilirim. Yazıyı okuyanlar ve bu çıkarımı yapanlar haksız sayılmaz. Fakat aslında ne olursa olsun yine de devletin tarafının tutulmasına inanan bir insanım. Ortada yanlış bir şeylerin olması, çözümün bu yanlışlığı toptan kaldırmak olduğu anlamına gelmez. Devletin Osmanlı’nın belli dönemlerinde düzgün işlemediği bir gerçektir. Devleti ortadan kaldırmakla, onu zayıflatmakla varolan sorunların ortadan kaldırılacağına inanmak da bence saflıktır. İnce Memed’in dördüncü cildini okurken hep şunu düşündüm, Osmanlı’yı yıkalım, sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni de Anadolu’ya, mesela Çukurova’ya karışamayacak şekilde zayıflatalım. Tüm kasabalar eşit güçte olsun, aralarında federasyon kursun, hatta boşverin federasyonu, ona bile gerek kalmasın, özgür bir biçimde, kim nasıl istiyorsa öyle yönetilsin, daha doğrusu kendi kendini yönetsin. Bu seferliğine dış güçleri, diğer ülkeleri de görmezden geliyorum İnce Memed ve ahalisinin hatırına, onları yok sayıyoruz, sadece biz bizeyiz, Türkiye Cumhuriyeti ve Çukurova ahalisi. Dünya Çukurova’dan ve çevresindeki kasaba/köylerden ibaret olsun bu yazı bitene kadar.

 

Kendi kendime şu soruyu soruyorum, devleti bu bölgeden dışarı atsak, dış müdahalelere tamamen kapalı olsak, tüm ağaları yok etsek, köylü kendisiyle baş başa kalsa…Mesela, İnce Memed’in köyünden, onu jandarmalara ve ağalara karşı koruyan diğer köylülerden rastgele birilerini seçelim. Bu köylülere yeni durumda, yani devletin, jandarmanın, ağaların olmadığı Çukurova’da idareciler olarak görev verelim. Bu idarecilerin yozlaşmayacağının, muktedir hale geldiklerinde itaat edilmeyi beklemeyeceklerinin, itaatsizliği, kendi görüşlerine muhalefet olup söz dinlemeyenleri cezalandırmayacaklarının garantisini kim verebilir? Bu yeni oluşumda insanlar birbiriyle çatışmadan kaç yıl yaşayabilirler. Hep bir köylü edebiyatı yapıyoruz ya, dağ taş ovalar, güzelliklerden bahsediyoruz, bu devletleri, Osmanlı’yı, Türkiye’yi kuranlar, egemen olanlar, başka bir dünyadan mı geldi? Onların ataları, hatta bizzat kendileri zamanında köylü değiller miydi? Bundan dört beş bin yıl önce tüm insanlık, tüm dünya bir köy değil miydi (hayır! yazı, “bütün dünya buna inansa, birlik olsa, hayat bayram olsa” ya doğru gitmiyor korkmayın)? Bu geçen zaman zarfında insanların karakterleri değişti, şehirliler şeytanlaştı, köylüler melekvari varlıklar oldu da biz mi farkına varamadık?

 

Velhasılkelam, bana göre sorun devlet değil, sorun jandarmalar da değil, ağalar hiç değil. Suçun tamamı insanlıkta. Kötülük yapmak için her durumu fırsata çevirenlerde. Sonra herkeste olan bu karakteri, fıtratı, devlete, belli yapılara atarak kendini aklamaya, aradan sıyrılmaya çalışanlarda. Sırf kötülük yapmaya gücü yetmediği için iyiliği seçen, seçmek zorunda kalan insanların samimiyetlerden şüphe duyuyorum. Nasıl bir insan, güçlü olduğu veya güçlülerle saf tuttuğu için tüm söylemlerini muktedirlerin yaptıklarını meşrulaştıracak şekilde oluşturabiliyorsa, güçsüz insanlar da ellerinden başka bir şey gelmediği, bulundukları şartlar altında iyiliği savunmaktan başka çıkar yol olmadığı için iyinin yanında saf tutmayı seçmiş olabilirler. Elbette bu iki senaryodaki insanların samimi olma ihtimali yok değil. Biri güce, diğeri de iyiliğe  inanıyor olabilir. Fakat inandırıcılıkları, ancak karşı tarafa geçtikleri ve şartlar değiştiğinde de aynı çizgiyi sürdürebildikleri zaman makbul hale gelir. Sözgelimi, iktidarın yetkilerinin sınırlandırılmasını savunan bir muhalefetin, iktidara geldiğinde eski söylemlerine uygun adımlar atıp atmadığı; zenginlerin, ekonomik durumu kötü olan insanlara daha fazla yardım yapması gerektiğini söyleyen yoksul bir kimsenin, parayı bulduğu ve statüsü değiştiğinde gelirinin ne kadarını fakirlere ayırdığı; fabrika sahibi birisinin işçi hakları ile ilgili görüşlerinin, aynı kişinin iflas etmesi ve sonrasında düz bir işçi olarak çalıştığı vakit değişkenlik gösterip göstermediği, bahsettiğim samimiyetin test edilebilmesine yarayabilecek durumlardan birkaçıdır. Bu tarz gelişmeleri yakından takip eden biri olarak, maalesef, benim görüşüm, her iki tarafın (güçlünün ve zayıfın) pozisyonları değiştiği vakit eski görüşlerine sadık olmadıkları yönündedir.

 

Bu yazıdaki amacım Hobbes’u, devlete itaatsizliği kesinlikle kabul etmeyen, gücün mutlaklığını savunan kişiyi savunmak değil. Aslına bakarsanız kendisinden pek hazzetiğim de söylenemez. Sadece, devlete isyan edilmemesi gerektiği hususunda onunla aynı fikirleri paylaşıyorum. Sebebini de yukarıda anlatmaya çalıştım, özetle, yeni kurulacak devletin/oluşumun bir öncekine benzemesi, yozlaşması çok muhtemel ve böyle bir durumda eskisini yıkıp geçiş süresinde yaşanabilecek kaosa (iç savaş gibi) davetiye çıkartmak çok büyük risk bana göre. Hobbes’tan farklılaştığım alan ise, devletin mutlak otoriter olmasının ona sınırsız bir alan açmadığı üzerine (hem mutlak otoriter, hem sınırsız değil, çelişkiye düşer gibiyim, ama düşmeyeceğim, sabredin). İnce Memed’in devlete isyan etmesine karşı olmam, devletin halkına istediği gibi zulmetmesini ve keyfi bir yönetim sürmesini desteklediğim anlamına gelmiyor. Zulüm görenlerin kurtuluşu isyanda değil, varolan devletini ehlileştirmede yatmalı. Devlete, mutlak otoritenin onda olduğunu, fakat bu gücün ona insanları koruması için verildiğini sürekli bir biçimde, çatışmaya mahal vermeden hatırlatmalı. İsyan değil, itiraz etmeli. Ondan umudunu yitirmemeli. Sesini kimseye duyuramamış, sürekli mücadele ettiği halde bir arpa boyu yol alamamış, devletten zerre iyilik görmeyip sürekli zorbalığa maruz kalmış olabilir. Gelecek belanın (devlete isyan sonucu ortaya çıkacak kaosun) mevcut durumdan daha kötü olma ihtimalini göz önüne alıp sabretmeli. Bu sabır dönemi belki on yıllar sürebilir, belki de insanın ömrü biter de devletin zulmü bitmez. Yine de devlete bel bağlamak, onu halkının çıkarları için işleyen bir mekanizmaya dönüştürmeye çalışmak bana göre en doğrusu.

 

İnce Memed’in dediği gibi, öldürmekle ağaların soyu tükenmez. Biri gider diğeri gelir. Biri gider peşinden on tanesi gelir. Bu dünyanın savaşı, zulmü, kahrı da bitmez. İnsan bu, Hz. Adem’den, onun oğullarından beri, şeytana kandığı o ilk andan bu yana değişmedi, bundan sonra da pek kolay değişeceğe benzemez. Bugünün köylüsü, yarın muktedir olunca eskisini aratabilir, nasıl değiştiğinden kimsenin haberi bile olmaz. İnsan, böyle bir insan olduğu müddetçe ona bel bağlayıp yeni bir yola çıkmak, varolanı ortadan kaldırmak, kimseye özlemini duyduğu hayatı, özgürlüğü garanti etmez.

Posted by ayhansari on Oct 1st 2017 | Filed in Uncategorized | Comments (2)

Salağa Yatan İnsan

 

Dünyanın çivisi salt kötü insanlar sebebiyle değil, iyi gözüken, iyi gözükmek bir yana ne yapıp edip tüm pisliklerine kılıf uyduran ve uydurdukları bu senaryoya ilk önce kendileri inananlar sebebiyle çıktı, çıkmaya da devam ediyor. İnsanlar ne kadar kötü olurlarsa olsunlar kötü olmayı kendilerine genel olarak yakıştıramıyorlar. Bu kötülüğü kendine yakıştıramama durumu neredeyse tüm kötülüklerde görülebiliyor. Örneğin geçenlerde bir televizyon programında sapık bir adam vardı, sunucu ne yaptı etti adama küçük bir kıza tecavüz ettiğini ve sonra cesedini bir yere gömdüğünü itiraf ettirdi. Adam gözyaşları içerisinde durumu anlatırken tam olarak şöyle diyordu, “ben başka kadınlarla para karşılığı ilişkiye girmek istedim, hepsi paramı aldı ama benimle ilişkiye girmedi, bu olanlar da bu sebeple oldu.” Bunu öyle bir inanmışlıkla söylüyordu ki adamın yaptığı işin suçunu onunla parasını aldıkları halde yatmayan kadınlara yüklediği net bir şekilde belli oluyordu. Eğer kadınlar onunla yatsa o da çocuğa tecavüz etmeyecekti, sonuçta o da bir erkekti ve bu onun doğal bir ihtiyacıydı. Evet, adam salağa yatıyordu, kendine küçük bir çocuğa tecavüz etme ve öldürme, kısacası sapık yaftasını yakıştıramıyordu ve bu sebeple suçu başkalarına atıp kendini aklamaya çalışıyordu.

Bir başka örnek de günümüz Türkiye’sinde bolca görülen maddi meselelerdeki salağa yatma durumu, yani yolsuzluk. Ben bizzat kendi gözlemlerimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki yolsuzluk yapan insanların bir tanesi bile yolsuzluk yaptıklarına, hırsız olduklarına inanmıyor. Mesela adamın biri devletteki bağlantıları sayesinde bir rant elde ediyor haksız olarak ve önemli miktarda haksız kazanç elde ediyor, daha da önemlisi başkalarının haklarını yiyerek. Sonra bu adam haksız bir şekilde elde ettiği bu kazancın bir miktarıyla gidiyor x bir derneğe bağışta bulunuyor veya bir okul yaptırıyor ya da birkaç öğrenci okutuyor. Sonra adamın zihninde şöyle bir düşünce hasıl oluyor: Tamam ben belki uygun olmayan yollarla kazancımı arttırıyorum ama bu parayı kazanmasam yaptığım yardımları kim yapacak, sonuçta benim yaptığım işin sonucu hayırlı bir iş. Evet gördüğümüz gibi bunlar da salağa yatıyor. Mesela hayır yaptığını iddia eden bu kişiler 100 bin TL’lik arabaya binmek yerine 500 bin TL’lik arabaya biniyor; işçisine on vereceğine üç veriyor; elde ettiği kazancı çok daha fazla hak eden sayısı belirsiz onlarca kişinin rızkına mani oluyor; adam kayırmacılığın sistematik hale gelmesine ve liyakatin gerilemesine sebep oluyor;  büyük planda ise tüm ekonomik sistemin altını oyuyor. Ama sorsan on tane öğrenci okutuyor, bir de okul yaptırmış. “Adam pisliğin teki çıktı Rıza Baba”, ama sorsan on numara beş yıldız Müslüman.

Ben de oturuyorum bunları düşünüyorum. Düşünüyordum. Sonra Karamazov Kardeşler geldi aklıma. Kardeşlerden İvan’ın şeytanla görüştüğü bölümü tekrar okudum bu niyetle. Kitabın ilgili bölümünü tekrar okuyunca durdum, tam o anda Dostoyevski’nin ne kadar büyük bir roman yazarı olduğunu değil de, ne kadar derin bir insan olduğunu kavradım tekrardan, biraz geç de olsa. Bu seviyedeki bir insanın romanını okumak, bu roman aracılığıyla o insanla sohbet etmek, böyle insanların da var olduğunu bilmek beni heyecanlandırdı. İçten bir vay be dedikten sonra bir kere daha okudum. Abartmadığımı ve o bölümün neden benim için bu kadar değerli olduğunu anlamanız ve benim size anlatabilmem için önce ilgili bölümü, İvan’ın şeytanla görüşmesinden ve sonrasında bu görüşmeyi kardeşine anlatışından bir kaç parçayı okuyalım:

“Kabussun sen. Benliğimin, daha doğrusu bir parçamın düşüncelerimle duygularımın, ama en kötüsü, en anlamsızlarının ete kemiğe bürünmüş şeklisin…”

“Sana küfrederken, kendime küfrediyorum! diye yeniden güldü İvan. Sen, bensin; değişik bir suratla kendimsin. Kafamdan geçenleri söylüyorsun, yeni şeyler söyleyecek durumda değilsin.”

 

Ivan, Şeytan’ı gittikten sonra kardeşi Alyoşa’ya biraz önce yaşadıklarından bahsediyor:

“Ve o aslında benim Alyoşa: Ben kendim… İçimdeki bütün alçaklıklar, aşağılıklar ve küçüklükler! Evet, “romantik”in biriyim, bunu anlamış o… gerçi iftira ya… Son derece aptal, ama başarısı da bundan geliyor. Kurnaz, hayvanca kurnaz, beni çileden çıkarmanın yolunu biliyor. Hep ona inanıp inanmadığım yönünden tutturuyordu, böylece dinletti kendini. Çocukçasına kandırdı beni. Şunu kabul etmeli ki, hakkımda epey de doğru şey söyledi. Ben kendi kendime bunları asla söyleyemezdim.”

“Ben kendi kendime bunları asla söyleyemezdim.” Kendi kendimize asla söyleyemediğimiz, kendimize bile itiraf etmekten korktuğumuz yanlarımız. İşte bu korku sebebiyle İvan’ın aksine, insanlığın büyük bir bölümü kendi kendilerine asla söyleyemeyecekleri şeyleri hep inkar ettiler, salağa yattılar. Tatlı uykuları kaçmasın diye; çevrelerinde yaşanan ve bizzat kendilerinin de dahil oldukları yalan ve karşılıklı çıkar üzerine kurulmuş düzende keyif sürebilmek için; yüzlerine güldükleri insanların arkasından rahat rahat sövebilmek için; olmadıkları kişi olarak rol yapıp etrafa caka satabilmek için; inandıkları dinin yasakladığı her şeyi yaptıkları halde hala cennetlik olduklarını düşünebilmek için; aşağılık varlıklar oldukları halde yüce bir varlık olduklarını zannedebilmek için salağa yattılar. Ne yaptılar, nasıl başardılar bilmiyorum ama vicdanlarını arka koltuğa oturttular ve şeytanın rotayı belirlemesine razı oldular.

Karamazov Kardeşler’in İvan’ı  yüreklilik gösterip ön koltuğa, şoför şeytanın yanına oturup yüzleşti kendisiyle, yozlaşmış tarafıyla. Bunu başarabildi çünkü insanda ender bulunan bir özelliğe sahipti: kendi kendilerini eleştirme, kendini kandırmama, daha doğrusu kandıramama yeteneği. İvan oturdu, karşısına da kendine zerre iltimas geçmeden, en kötü, en anlamsız düşüncelerini dillendiren diğer benliğini, pis olan tarafını, şeytanını geçirdi. Normalde kendine bile itiraf etmekten çekindiği yanlarını kendisine hiç acımadan, onu vicdanen ve ruhen ne kadar zorlayacağını bile bile, hatta onu deliliğe, hayatını sorgulamaya vardıracağını gördüğü halde çekinmeden ortaya döktü. Bu dünyada hiçbir hakimin, hiçbir savcının yapamayacağını yaptı, kendini yargıladı, vicdanını sorguladı, benliğini tüm yanlarıyla birlikte sanık koltuğuna oturttu. Sadece yaptıklarını değil, aklının ucundan bir saniyeliğine bile olsa geçmiş olan çirkinlikleri de dillendirdi. Salağa yatmanın, kendini kandırmanın getirdiği konforu terk etti. Uykularından oldu. Kimsenin zorlaması olmadan, hiç kimsenin hiçbir şeyden haberi yokken yaptı bunu bir de, ne gereği var bunları düşünmenin, kendime acı çektirmenin demeden.

Bu kendini yargılama işinin ne kadar büyük ve insan için zor olduğunu kavramak için insanı Dostoyevski’den de daha iyi anlayan Allah’ın kitabına dönelim, Kuran’a:

“Nihayet Cehenneme vardıklarında, kulakları, gözleri ve derileri, yapmış oldukları işler hakkında, kendileri aleyhine şahitlik ederler – Onlar derilerine niçin aleyhimizde şahitlik ettiniz derler. Derileri, bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. İlk defa sizi o yaratmıştı ve yine yalnızca ona döndürülüyorsunuz. – Siz günah işlerken kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz. Lakin, yaptıklarınızın çoğunu Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz” (Fussilet 20 & 21 & 22).

Allah bize kitabında yukarıda bahsettiğimiz durumun, salağa yatmanın, aslında kötü(günahkar) insanlar arasında yaygın bir huy olduğunu belirtmiş. Salağa yatmanın onları kurtarmayacağını, onların kendilerine itiraf etmekten imtina ettikleri kötülüklerinin günü geldiğinde, yani mahşerde, mahkeme kurulunca birer birer ortaya döküleceğini, onların susup uzuvlarının konuşacağını söylemiş. Buradan şunu da çıkarabiliriz, insan genel olarak salağa yatmayı, kendini kandırmayı seviyor, başkalarındaki kusurları full hd görebilirken kendi kusurlarına sıra gelince yayını kesebiliyor. Bu şekilde, kendini sorgulamadan, kendini yargılamadan bir ömür geçirebiliyor ve bu ömrün geçtiği süre zarfında ne haksızlıklar, ne adaletsizlikler, ne zulümler yapıyor da vicdanı zerre rahatsız olmuyor.

Dostoyevski işte bu yüzden beni kendine hayran bıraktı Karamazov Kardeşler’de ve o bölümleri okuyunca yoğun bir şekilde heyecana kapıldım. Dostoyevski’nin şeytan ile görüştüğü bölüm bir insanın gerçek bir insan olması için geçmesi gereken en önemli aşamalardan birinin sembolize edilmiş bir haliydi. İyi bir insan, iyi bir Müslüman, iyi bir bakkal, iyi bir öğretmen, iyi bir esnaf artık her neyse, şu dünyada aklı olup da kendine iyi ve erdemli sıfatını yakıştırmak isteyen her kim olursa olsun, önce Dostoyevski’nin yaptığı gibi şeytanını karşısına oturtmalı ve zihninin, kalbinin en derinliklerindeki pislikleri, kötülükleri kendini en ufak şekilde dahi kandırmadan sorgulamalı ve gerektiğinde kendisine karşı olabildiğince acımasız olmalı. Ancak böyle bir sorgulamadan sonra insan kendine iyi ve erdemli bir insan diyebilir, vicdanı rahat bir şekilde yaşamayı hak eder. Hem bu dünyada mutluluğa hem de ahiret hayatında mutluluğa erişmek adına önemli bir sınavı geçmiş olur.

Posted by ayhansari on Aug 27th 2017 | Filed in Uncategorized | Comments (2)